Her şeyin başlangıç noktasında, yerde beliriveren gölgesinin onu geçmesine izin vermeyen bir çocuğun düşleri gibi masumane bir şiirin ilk dizesinde yer almıştım. Evet, her şeyin başlangıç noktasında, kelimeler teker teker kendi cismini oluştururken benim varlığım o kelimelerde tanımlı hale geliyordu. Şimdi o başlangıç noktasından itibaren silinmeye başlayan bu eser, içimde kelimeler olmadan beni başıboş bir halde yalnız bırakıyor. Kim olduğunu bilmiyorum. Gerçeğin nerede sıkışıp kaldığını, söylenmeden biten cümlelerin nerede noktalandığını, imgelerini kaybetmiş o şiirin kaç dörtlükten oluştuğunu bilmiyorum. Hiç bitmeyecek gibi; her şeyin başlangıç noktası, her şeyin başlangıç noktası olarak kalacakmış gibi gelirdi. Rasyonel değildi hiçbir şey. Ayaklarını zemine tutturmaya çalışan bir romantizmin karmaşasıydı. Ama yine de o zamanların içinde bulunduğumda, masal tadı veren realite gibi gelirdi. Düşüncelerin esiri olmayan ve açıkçası düşünmek için efor sarf etmeyen kimseler gibi adımı gönüllü olarak yazdırmaya çalışıyordum o şiire. Ama yazılmadan silinmiyor hiçbir şey. Yaşanmadan bitmiyor o tedirgin edici kışlar. Yalnızlıkla eş değer bir anlatımda da ismimin anılmaya başlaması bu yüzden tuhaf gelmiyor. Yalnız kalınmadan, karanlıkta bir süre beklemeden, iç dünyada dünya turuna çıkılmadan ve tüm o ruhu ezip geçen dışsal kederlerden ziyade kendi savaşını içinde teker teker vermeden gerçekten yaşadığın hissedilmiyor.


  Zaman, içinde kavrulan tüm duyguları bir şeklide asimile etmeyi başarıyor. Yerlere göklere sığdırılmayan hisler, kendi kulvarlarından çıkıp tezatlığa bürünebiliyor. Ben de sanmıyordum ki ölüm kollarına beni alana denk sürdürebilirim içimdeki tüm bu duyguları. Ama yine de inanmak ve duygularımı beslemek bana daha cazip geliyordu. İçlerinden sıyrılıp şöyle geniş bir perspektiften baktığımda, aslında her şeyi benim yarattığımı anlayabiliyorum. İyi ya da kötü zamanlarımda içimdeki bu duygu denizinin, benim rüzgarlarımla dalgalandığını fark edebiliyorum. Öfke, aşk, sevgi, nefret, kıskançlık, umut… Daha nice adını şu an anımsayamadığım hislerimin, en temeldeki etkeni bendim. Anlam yüklemek gibi bir huyumun da oluşuyla birlikte kendimi çıkmazda hissettiğim çok fazla ân oldu. Evet, anlam. Anlamlarım, anlamlarımız… Her şey günün sonunda buraya bağlanıyor. Bir kahve çekirdeğine de âşık olabiliriz bu şekilde düşünürsek. Ya da bir ağacı bile arzulayabiliriz. Ama yapmıyoruz. İnsan olmanın getirdiklerini kendi iç dünyamızla harmanlayıp, anlam yüklüyoruz. İşte, zamanla bu anlamları birbiri içinde kaynaştırıp doğru olanın ne olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Benim de yaptığım bundan farklı değildi. Bir şiirin içinde bulunmak gibi kendimce bir sorumluluk duygusu içerisine girmiş ve orada bir anlam görmüştüm. Aşka bağlılığım da bundan şekillenmiş olsa gerek. Öte yandan aşk gelip beni bulmamıştı. Aşk kimseyi gelip bulamaz zaten. Kendimizi bir kişinin iç dünyasında gerekli koşulları sağlayabilen bireyler olarak görmek isteriz. En ilkel duygularımızın bizleri ele geçirmesine de izin veririz. Bunun getirdikleri de insanı sağduyusundan koparmaya başlar. Neyin mantıklı olduğu çok önemli olmaz. Anlamı, kendimizin oluşturduğunu fark edebildiğimiz zaman derin bir nefes alabiliyoruz ancak. Ama her duygunun da bir karşılığı var. Ümit, düş kırıklığını beraberinde getirir. Aşk, kendi içinde nefreti besler. Peşi sıra hiçliği yaratır. Ve geride neye, ne kadar anlam yüklediğimizin şaşkınlığı ve burukluğu… Zaman, her şeyi asimile eder, her şeyi yok eder. İşin garip tarafı, anlamlara küskünlüğümüz de uzun sürmez. Ne kadar dikkat etsek de anlam arayışına çıkarız. Anlam bulmadan yaşamak, huzurlu hissetmeden ölmek demektir.


  Mutluluk arayışı içimde/içimizde hiç dinmeyecek. Bunu bazen yumuşak duygularda, bazen ilkel arzularımızda arayacağız. Yazmak güdümün tüm bu düşünceleri birbirine bağlayan bir ip gibi görürüm. Aksini düşünmek de istemem. Bir muhtaçlık olarak gören romantikler gibi de değilim. Evet, büyük bir romantiğim ama bunun kendi içimde yatan bir giz olarak kalmasını isterim. Çünkü ne zaman dışarıya taşan bir davranış olsa bunu zayıflık olarak görüp ve bundan faydalanmak isteyen birileri oluyor. Garip. Oysa insanca yaşamak, biraz da realitenin dışına çıkıp nefes almaktır. Yoksa dünyanın karanlığında fazla beklemenin cezasını çekeriz. Gözlerimiz ışığa hemen alışamaz ve önümüzden akıp giden tüm değerleri kaybederiz. Kim bilir kimleri kaybetmiş oluruz. Nice aşklar heba olup gider. Ve nice umutlar…