Sevgili dostum

Ben şifası olmayan bir hastalığa, devası olmayan bir derde düştüm. Bu öyle bir musibet ki insanın kalbini kangren eden cinsten... Sanmak; öyle sanmak, böyle sanmak ve öncelik olduğunu sanmak. Onun benim için önemli olduğu kadar benim de onun için önemli olduğumu sanmam gibi bir şeyden bahsediyorum. Bir şeyler adına sandırılmak, kandırılmaktan daha beterdir. Üstelik bu şifasızlığın şifa bulacağı tek hekim de ancak sebebi olan kişidir. Bunu bana düşündüren şey aslında bana söylediğin şu sözdü: "Bir kimsenin hayatının nasıl bir yerinde olduğunu bilmediğin müddetçe onu hayatının belirli bir yerine koyma." Hem onun hayatında önemli bir yerde olduğumu sanmıştım, hem de bu sözünle onun benim hayatımdaki yerini sorgulattın bana. Ama ne desen nafile, akıllanmıyorum. Hayatımın bir yerine koymamalıyım değil de neresine koysam daha da yaraşır ona diye düşünürken buluyorum kendimi.


Geçen gün postane sırasında beklerken yüzü kırışmış, saçları ağarmaya başlamış bir adam yanıma yaklaştı; dışarıdan ne vaziyette görünüyordum, bilmiyordum ama yanımdaki tabureye oturduktan birkaç dakika sonra ‘’70'lik bir nenenin sırtına kambur olmuş derdini taşır gibisiniz.’’ deyince içimdeki cevap verme isteğini durduramadım. Anlamıyorlar, dedim bilmek de istemiyorlardır zaten, diye söylendim. Cebinden tütününü çıkarırken neredeyse yıllanmış kasketini düzeltti ve ‘’Ziyanı yok hanımefendi, anlamayıversinler, çünkü en ziyadesiyle insanı bir kendisi bir de Tanrı'sı anlar.’’ dedi, cevabını almadan çekti ve gitti. Bizim eve giden yolun gözümde her zaman ne kadar büyüdüğünü bilirsin. Bütün bir yol adamın söyledikleri zihnimde sağdan sola çarptı. Sevgili dostum, beni en ziyadesiyle bir o, bir de Tanrı anlayacak hissediyorum. Eğer bir şansımız olursa şayet beni anlaması için ve onu anlamak için mücadele edeceğimden eminim.


Çünkü biliyor ve hissediyorum ben o genç adama annemin rahmine bağlı olduğum kadar bağ(ım)lıyım. Onunla görüştükten sonra biraz olsun içimin rahatlayacağını söylemiştin bana. Olmadı, yapamadım ve siz beni anlamadınız. Bu fiziksel bir şey değil sevgili dostum. Onun tenini hissettiğimde biten bir hasret değil bu. Alelade bir şey değil bu. Öylesine değil.


Uzun süredir karşıma çıkan herkesle selamdan öteye gitmediğimden bahsetmiştim. Kalabalığın beni daha da yalnızlaştırdığını, kalabalığın içinden çıkıp eve doğru giderken aklımdan geçen tek şeyin ‘’Ne zırvalıktı şimdi bu?’’ olduğunu biliyorsun. Oysaki çok hoş kadınlardan ve centilmen erkeklerden gelen tüm iltifatları da kabul ediyor oluyorum. Ağızlarından çıkan her cümlede kaçmak istiyorum. Daha önceden de gidenler gibiler, zaten onlar da hep, hiç gitmeyecekmiş gibiydiler ya. Kuşkusuz bu insancıklar da onlardan.


‘’Eriyorum, bitiyorum gözleriniz önünde yok oluyorum.’’ diye attığımız naraları kimse duymazken genç bir kız gecenin bir vakti sokağa çıktığında nasıl da cam kenarlarına doluşuyorlar, ne de önemli oluyor o fısıltılar. Nasıl duyuyorlar 5 çaylarına konu olacak mezeleri. Sevgili dostum; seviyor olmanın zayıflık olduğu bu çağda, nefes almanın ne kadar zor olduğunu biliyorsun. O yüzden bilmesinler, camdakiler, köşedekiler; enkazımı, duymasınlar fütursuzca ettiğim sözlerimi, yeminlerimi.

 

Bir şey olmak zorunda değil, en azından olmayacağını bilsem yeterli. Bilinmezlik, istenmiyor oluşunu bilmekten daha zor. Bu ağrılı süreç ne zaman geçecek bilmiyorum ama onu sevdiğim sürece her şeyiyle; eksik sandığı ve her şeye, herkese fazla olduğu her bir detayıyla mısralarımda ondan bahsedeceğim. Bazen dörtlüğümdeki bir kuş cıvıltısından bahsederken bazen bir bebeğin ilk nefesini aldığındaki çığlığına benzeteceğim, onunla aramdaki bu bağı.


Sağlıcakla kal.


-Nisan.