Arthur Schopenhauer'un felsefesi, yaşamın ve insanın; içindeki kötülüklerden sıyrılmalarına yönelik bir çabadır. Ancak vurgulamalıyız ki bu kötümserliği, kendi yaşamından kaynaklanmaz. Dünyadaki olumsuzlukların etkisinin yanı sıra, kalıtsal olarak süregelen kötülüğün içinden insanın kurtulmasına yöneliktir. O, dünyadan kaçmaya yönelik dinlerin görüşlerine yakın bir noktada bulunur. Ancak onun felsefesinde, dinlerde bulunduğu üzere, cezalandırma ve ödüllendirme ilkelerine rastlayamayız. Bilhassa Arthur, dinlerdeki kalıplaşmış toplumsal değerlere yönelik eleştirilerde bulunmuştur. Bu eleştirileri, çağdaş düşünceyle canlı bir ilinti kurar. Nietzsche aracılığıyla da netleşir.
Arthur’un aile hayatına bakacak olursak, özellikle annesiyle olan anlaşmazlıklarına rastlarız. Annesi oğlunun çekilmez ve kasvetli bir insan olduğunu düşünür. Oğlundaki kendini beğenmişliğinin bütün iyi niteliklerini gölgelediğini ve başka insanlarda kusur bulma eğilimini önleyememesinin, bu nitelikleri işe yaramaz hale getirdiğini söylemiştir. Arthur, zekasının annesinden geçtiğini söylediği halde annesi ona: “Bir evde iki dahi olmaz.” demiştir.
Tıp alanını seçen Arthur; bunu hekimlik için değil, bilimsel bilgiler elde etmek için seçmiştir. Arthur’un bu düşüncesinden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki: Arthur için bu derece anlamsız olan dünyanın yaşanılabilir dereceye erişmesi ancak donandığı bilgiler yoluyla mümkün olabilirdi. Bilgilerini kullanamadığı ve sorgulayamadığı, yalnızca hekimlik mesleğini icra etmeye koyulduğu bir yaşam, kanımca Arthur gibi bir insanın intiharıyla sonuçlanabilirdi.
Arthur’un felsefesine daha yakından bakacak olursak: “İnsan, öznesindeki formlara göre yani anlara bağımlı olarak oluşur.” Ona göre görünüşleri (fenomenleri) bilebiliriz ancak mutlak olanı bilmenin olanağı yoktur. Zaman ve mekan içindeki dünya, öznenin (insanın) bir algılaması (tasarımı) olmakla birlikte özneye bağlıdır.
Schopenhauer bilgiyi, Kant'ta olduğu üzere deneyim ve algıya değil, doğrudan duyumsanabilir olana indirgiyordu. Bütün düşüncelerimizin ve kavramların kaynağının “duyum” olduğunu belirtir. Tasarım, zihnimizde var olan şey değil, özne ile nesnenin bağıntısı yoluyla oluşur. Özne olarak bizlerin nesnelerle olan bağıntısı sonucunda bilgi meydana gelir. Bilginin tasarımını nesne olmadan yapamayacağımızı söylemiştir. Özne ve nesne bağlantısıyla tasarım birliği meydana gelmektedir. Özne ve nesne sonsuz tözden (iradeden) kaynaklıdır ve onun belirimleridir. Dünya kişinin kendi tasarımıdır ve kişi tasarım edindiği sürece vardır. Böylece sonsuz irade dediğimiz şey, özne ya da nesne olamaz.
Arthur’un bu düşüncesine katılmaktayım. Çünkü mutlak irade, ne ölümlü öznenin kendisi ne de onun bireysel tasarımlarıdır.
Arthur, hiçbir fenomenin bağımsız var olmadığını, hep başka fenomenlerle bağlantısının olduğunu vurgular. Bu kısımda Arthur’un deneyinin dayandığı temel koşula, "Yeter Neden İlkesi"ne değinmek istiyorum.
Yeter Neden İlkesi, evrende herhangi bir olayın ortaya çıkması ve kavranabilmesi için, ondan önce gelen ve onu nesnel olarak belirleyen başka olayların olması zorunluluğudur. Nedensellik, hem öznel hem nesnel bütün görünüşlerin bağlı olduğu yasadır. Nedensellik, dar anlamıyla olayların birbirini etkileyerek belirlemesi durumudur. Doğru yargılar, bir 'Yeter Neden İlkesi'ne bağlıdır ve bir bilgi dile getirirler.
“İsteklerimiz” konusuna Arthur’un felsefesinin ışığında açıklama getirmek istiyorum.
Arthur’a göre nasıl ki fiziki etkiler nedenlerine bağlıysa isteklerimiz de güdülenmemize bağlıdır. "Güdülenim, içeriden görülmüş nedenselliktir."
Bu konuya kendi düşüncelerimle eklemeler yapmak istedim.
“Bir olay ya da durumun içimizde oluşturduğu kuvvetli istek sonucunda yoğun bir güdülenim meydana gelir. İstediğimiz şeye karşı duyduğumuz inanç, neredeyse içimizden taşma noktasına gelir. Zamanla bağımsız bir biçimde hareket etmeye başlar. Heyecanlı hareketini sürdürerek yaşamımızda yer edinir.”
Fiziki etkilerin, nedenlerine olan kuvvetli bağlılığını; yoğun güdülenim duyduğumuz isteklerimize benzetmekteyim. Arzularımızı doğru yargılar haline getiren şey, onlara olan bağlılığımızın kuvvetiyle orantılıdır. (İşine gönül vermek.) Kimi zaman ise bunun tam tersi doğrudur. Kendimizi boş bir arzu uğruna harap ettiğimizi veyahut bir şey için çokça endişe duyduğumuzu fark ederiz. Bütün bunlara gerek olup olmadığını, isteklerimiz için duyduğumuz güdülenimin ardından karşı karşıya kaldığımız sonuçlar belirler. (Bir aşk uğruna harap olmak ya da bir sınav için fazladan endişe duymak.)
“Bilgi yetisi akıldır. Aklın işlevi 'anlayış gücü' gibi bir kavramı doğurur.”
Arthur’un bu düşüncesinden yola çıkarak:
Aklın işlevini doğru biçimde kullandığımız kadarıyla anlayış gücü meydana gelecektir. Demek ki anlayış gücü, doğru bilgilerin ışığında kendisini gösterebildiği sürece hem kişisel hem toplumsal alanda bizi daha iyi bir insan yapacaktır.
Arthur, bütün soyut bilginin kaynağının akıl olduğunu söyler. Bu düşüncesini, fenomenler dünyasına ilişkin “bilimin” akıldan kaynaklanmasıyla doğrular.
Arthur’un bu çıkarımlarının ışığında şunu söylemek isterim ki doğru bilgiye ulaşabildiğimiz sürece “bilim” ilerlemeye, gelişime ve geliştirmeye devam edecektir. Fenomenler, başka fenomenlerle bir araya gelerek doğru bilgileri doğurmaya ve bilim alanının elinden tutmaya devam edecektirler. Bilim geliştikçe insan gelişecek, insan geliştikçe dünya gelişecektir.
Arthur’un felsefesini “Aşkın Metafiziği”nde verildiği kadarıyla inceleyip açıklamaya çalıştım. Aslına bakarsanız asıl amacım “Aşkın Metafiziği'ne dair bir araştırma” olduğundan genel felsefesine sadece dışarıdan biri kadar bakabildim. Ancak hiç bakmadan da geçmek istemedim. Araştırma konusu olarak belirlediğim asıl konuya ise daha detaylı, titiz ve inceleyerek bakmaya çalışacağım.