— gece oldu, dedim... neden uyumadın?

kısık bir bakış attı, ardından usulca kaldırdı başını... sigarasını tuttuğu elini hafifçe salladı o yıldıza doğru...

— görüyor musun?

— yıldızı mı, evet...

— hayır, dedi... anlamadım... ama yıldızı...

tamamlatmadı bile cümlemi, kafasını itiraz edercesine salladı... sigarasından uzun bir nefes çekti, göğe doğru bahşetti dumanını... o an her hareketi nimetti sanki... mıhlanmış gibi hareket edemiyordum... yutkundu... âdemelması dedim içimden... denizin dalgasıyla kıyıya taşıdığı çakıl taşları misali umut taşıdı kalbime doğru...

— intihar eden insanlar...

— yıldızlar mı?

— hayır, dinle...

kaşlarını çattı, kızmıştı... onunla konuşurken düşünüp konuşamıyordum ki... sanki zihnim bulanıklaşıyordu, kelimeler benden bağımsız çıkıyordu ağzımdan...

— asılı kalan ruhların ışığı... düşünsene belki de ilk defa kendin için bir şey yapıyorsun; ruhunu kurtarmak için, biraz hissedebilmek için hayatını ortaya koyuyorsun ama... siktiğimin dünyasından kurtaramıyorsun onu...

— ama... bu senin düşüncen yani, belki ruhlar huzura kavuşuy...

— huzur mu? sen hiç zaten çiçek açamadığı için kökünden koparılıp çöpe atılan papatyanın bir zaman sonra yeşerdiğini gördün mü? ya da... siktir et ya... varlığını bilmediğim bir duygunun yokluğunun tanımını nasıl yapayım ki sana...

buz gibi çarptı kelimeler suratıma... tek çare gördüğüm ölüm yeni bir çaresizliğin başlangıcı mıydı yoksa? bir şey söylemedim... o da konuşmamı beklemedi zaten... bir sigara daha yaktı, bir tane, bir tane daha... o, yıldızları -asılı kalmış ruhları- izledi... ben, gözlerinin içine kilitlenip zihnini okumaya çalıştım... bütün gece öylece durduk...

o gün bir şey daha öğrenmiştim ondan... bizler zavallıydık... zilyonlarca kırık kalbin, asılı kalan ruhlarının altında ışık bulmaya çalışıyoruz... oysa onlar kendi ışığını kaybedenlerdi... onlar... ışık bulmak için güneşi reddedenlerdi...