''Anneciğim beni bırakma lütfen. Beni onlara verme. Uslu bir çocuk olacağım. Sözünden çıkmayacağım. Yalvarırım anne. Beni onlara verme lütfen!''


Sato elini saran ince parmakların serinliği ile sarsılıp kendine geldi. Geçmişi zihnini esir almışken gözleri yürüdüğü yolu göremiyordu. Kan kokusuna aldırış etmeden yanına sokulan çocuğa baktı. Fırtınada savrulan narin bir yaprak gibi titriyordu. Zayıflığından beslenen korku onu ele geçirmişti. Zafer ve şöhretle bezenmiş hayallerinden geriye bir kase sıcak çorba kalmıştı. Sato, elinde olmadan, bu çocukta kendini gördü. On bir yaşına bastığı gün başına gelenler kabuslarında kendini hatırlatıp duruyordu. 'Tüm yaşananların sorumlusu ben miydim?' sorusu yüreğini dişliyordu. O gün düştüğü delilik bataklığından tiksinmişti. Sağduyunun öldüğü, merhametin arzular uğruna yok sayıldığı o gün aklını nasıl kaçırmadığını hâlâ anlamıyordu. Deliliğin eşiğindeyken taşmak için bir su damlasını bekliyordu belki de.


Gandesur, Reksa'nın sokaklarında yürürken ona iki seçenek sunmuştu: "Yetimhanede hali vakti yerinde bir aile tarafından evlat edinilmeyi bekleyebilirsin. Sana nasıl konuşacağını, yazacağını, çalışacağını öğretirler. Yeterince büyüdükten sonra memur olursun. Korku ve tehlike yakana yapışmaz. Evlenip huzurlu bir ömür sürebilirsin. Manastıra gelirsen seni keşiş olarak yetiştirir, uğruna ömrünü harcayacağın bir amaç sunarım. Ruhun, Tanrı'nın hikmetiyle dolunca kadim duaların gücüne erişebilirsin. Bu ilahi bir akla, kalbe ve göze sahip olmak gibidir. Bu söylendiği kadar kolay olmayacak. Ellerin bağlıyken yürekleri titreten bir kabusa atılacaksın. Her gün öncekinden daha ağır şartlara boyun eğeceksin. Masumlar hayatını kaybetmesin diye benliğini kaybedeceksin. Kararın nedir?" Sato şüphe kırıntısı bile taşımayan sesiyle "Keşiş olacağım" diye cevaplamıştı. Bunun üzerine Gandesur belli belirsiz bir gülümseme ile "Tahmin etmiştim. Bu yüzden manastıra giden yoldayız." demişti.


Manastırda geçirdiği ilk günde ruhunun keşişliğe uygun olmadığı ortaya çıkmıştı. Yenilgiyi tatmamış bir mareşal kadar hırslıydı. Öfke ve nefret, bedeninin her zerresine sinmişti. Elinden gelse yeryüzünü küle çevirirdi. Ruh dinginliğini silaha çeviren keşişlik kurumunda yeri yoktu. Gonsijin onu bir yetimhaneye göndermek istese de oğlu buna karşı çıkmıştı. Her an hastalanacak gibi duran cılız çocuğun büyük bir keşiş olacağına inandığını söylemişti. ''Onun gözlerindeki ateşi söndürmek mümkün değil. Ya yolumuzu aydınlatacak ya da canımızı yakacak.'' Bu söz Sato'nun kaderini Gandesur'a bağlamıştı. Sato onun inancını zedelememek adına çok çalışmış, kimsenin sırtlayamayacağı yüklerin altına girmişti. Birçok kez bilincini kaybedip hastalanmıştı. Manastırda geçirdiği on yılın ardından fiziksel zayıflığından sıyrılmıştı. Öfkesi anlayışa, nefreti ise hoşgörüye bırakmıştı yerini. Ancak hırsı ilk günkü etkisini sürdürüyordu.


Perjev'in surlarında volta atan bir asker onları fark etmiş olmalı ki bir curcuna sardı etrafı. Zırhlarını şıngırdatarak koşan birkaç sur gardiyanı çevresini sardı. İçler acısı görüntüsü yanlış düşünceler doğuruyordu. Sato ellerini başının üstünde bağladı. ''Çocuklardan uzaklaş hemen!'' diye bağıran çavuşa çevirdi gözlerini. ''Görevinizi yerine getiren birini böyle mi karşılıyorsunuz?'' dedi sakince. Bu cümlenin üzerine silah tutan eller gevşedi. Bunu fark eden Sato çocukları işaret ederek "Bizi bu havada daha fazla tutarsanız hastalanabiliriz.'' dedi. Çavuş ufak bir el hareketiyle astlarını geriye çekti. Birkaç saniye boyunca Sato'yu inceledikten sonra ''Komutan ile görüşmelisin, hemen.'' dedi. Gecenin kollarından sıyrılmış birkaç sarhoşun gözleri önünde kan denizinden geçmiş bir adam ile bir düzine çocuk karargaha girdi.


Ter kokusunun mürekkep kokusuna karıştığı karargahı onlarca mum aydınlatıyordu. Masa ve parşömenin yarattığı memuriyet havasını bozmak adına duvarlara kılıç ve kalkan asılmıştı. Zemin katta birkaç nöbetçi ile uykusu kaçmış teğmenler dışında kimse yoktu. Sato gözleriyle Hikan'ı arasa da bulamadı. Onun askerlerin karşısına çıkması kuzunun kurtların arasında gezinmesi gibi olacaktı. Ortalıkta görünmemesi içini rahatlattı. O sırada merdivenden cılız, saçları omuzlarına uzanan bir adam indi. Eskimiş, kahverengi bir gecelik giyen bu adama kadın bir şövalye eşlik ediyordu. Sato, birkaç saat önce tavır takındığı kadının komutan olduğunu düşündü. Kendisine uzatılan tabureye oturdu.


''Beceremediğimiz görevi üstlenmeniz çok asil bir davranış. Olayın tek şahidi yarım akıllı bir baş belası olunca peşine düşmedik. Teşekkür ederiz. Her ay sürüyle çocuk ve genç şehirden ayrılıyor. Bunların kaydını tutmak çok zor oluyor. Eskiden aileler kaçıp giden çocukları için bize başvururdu. Şimdiyse ödül avcısı tutuyorlar.'' dedi kadın. Katillerin taşıdığı soğuk gözleri, birçok kez kırılmış kanca gibi burnu, soluk pembe dudakları ile deneyimli bir savaşçı olduğunu gösteriyordu.


''Rica ederim. Halinizi anlıyorum. Buraya kıyasla daha güvenli olan memleketim de aynı kaderi yaşıyor.''


''İşi; huzuru ve güvenliği sağlamak olan birinin karşısında böyle konuşmamalısın çocuk.'' dedi adam. Sesi kibirle dolup taşıyordu. Cebinden çıkardığı bir kese altını Sato'nun önüne koydu. Sato bir keseye bir de adama baktı.


''Ne ödül avcısıyım ne de paralı asker. Tanrı katında değeri olmayan şu kese uğruna kanımı akıtmadım. Mevkinize güvenip de yüksekten bakabileceğiniz bir çocuk değilim. Kutsal Ağaç Manastırı'nın yetiştirdiği bir keşişim.'' dedi Sato.


''Ezbere okuduğun zırvaları dinleyecek değilim. Meydanda bağıra bağıra keşiş olduğunu söylediğinde duymuştum zaten. Bu para ödülün değil. Meselenin peşini bırakman için verdiğim sus payı olarak düşün. Buraya tayin olmamdan bu yana çok vakit geçmedi. Şehirde benim adımdan önce hiçbir ad anılmayacak.'' dedi.


''Şan şöhret senin olsun. Kimsenin uğruna davamı yarım bırakmam.'' dedi Sato. Sesi iyice yükselmişti. Komutan olduğunu belirten adamın düşünceleri onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Yerinden kalkıp ardına bakmadan karargahı terk etti. Meydandan ayrıldığında karanlık bir sokaktan çıkan Hikan'la karşılaştı.


''Rehineyi iyi bir yere sakladın mı?'' diye sordu Sato.