Sato o gece huzurlu bir uyku çekememişti. Bir gece önce çalıların arasına kıvrılıp uyuyan o değilmiş gibi yatağında rahat edememişti. Gözlerini açtığında hava yine kara bulutlarla kaplıydı. Günün hangi vaktinde uyandığı belli değildi. Buradaki insanlar için sabahın bir değeri yoktur muhtemelen, diye düşündü. Yürümekten nasırlaşmış ayağını tahta zemine koyduğunda kısa süreliğine bir acı hissetti. Günlerdir taşıdığı torba yüzünden sırtının ağrıması keyfinin kaçmasına sebep oldu. Birkaç dakika sonra ağrılarını unutacak, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edecekti.

Dün, odasına geldiğinde yorgunluktan etrafını pek incelememişti. Şimdi kendini daha iyi hissettiğinden odasına şöyle bir göz attı. Pencerenin hemen altına bir masa yerleştirilmiş, masanın üstüne yatak örtüsü ve yorgan koyulmuştu. Manras, Sato'nun parasını ödediği bu eşyaları sonradan getirip koymuş olmalıydı. Camları el izleriyle kaplı pencere bir kulaç kadardı. Beyaz perdeler tıpkı yatak örtüsü ve yorgan gibi hafif kirliydi. Pencerenin olduğu duvarın köşesine testi, geniş bir çömlek ve kap konmuştu. Sato ayağa kalkıp testiye doğru ilerledi. İçi su doluydu. Kaba biraz su koyup baktı. Su o kadar berraktı ki Sato'ya bu bereketsiz kasabada böyle bir suyun bulunmasının hikmetini düşündürttü. Elini yüzünü yıkamak için konan bu suyla Sato sabah rutini olan ayini yapmak istedi. Kabı ağzına kadar suyla doldurdu. Dün gece torbasından çıkardığı bakırdan mürekkep kutusunuve fırçayı eline aldı. Suyun üstüne bir nilüfer, nilüferin etrafına sekiz tane 'rüzgar' anlamına gelen rünü çizdi. Aynı ründen iki avucuna da çizdi. Ellerini birleştirip Genel Lisan'da dua etmeye başladı.

"Yüce Yondaru sesimi duy! Bana bahşettiğin ruhun en derinliklerinden sesleniyorum sana. Lütfen zihnimi temizle, ruhumu koru ve adımlarımın sana yönelmesini sağla."


Sudaki ve elindeki rünler yeşil renkte parlamaya başlasa da bir anda söndü. Ayin neden başarılı olmadı? Bu küçük yerde Karanlık Büyücü mü var yoksa, diye geçirdi içinden. Pencereyi açıp mürekkepli suyu aşağıya döktü.

Sato, bu kasabadan iyiden iyiye şüphelenmeye başladı. Manras'ın anlattığına göre bin sene boyunca burası güzelliğiyle insanlara yuva olmuş, sonra aniden cehenneme dönmüştü. Şimdi yapılan en basit bir dua ritüeline bile izin vermiyordu. Üç yüz altmış sene boyunca hayatta kalabilecek tek ırk Besmitler idi. Fakat onlardan şüphelenmek anlamsızdı. Öncelikle Besmitler'in kanı kara büyüye izin vermezdi. Tarih kitaplarındaki Besmit tanımı şöyleydi:

"Asurah'ın yarattığı en güzel varlık olan Besmitler'in kalbi sadece kutsal duygular için atar. Zihinlerinde kirli düşünceler yer bulamaz. Bir Besmit'egüvenmek insana güvenmekten çok daha kolaydı. Üç yüzyıl öncesine kadar Besmitler kötülüğe karşı en büyük kozumuzdu. Onlar ortadan kaybolduktan sonra elimizde sadece maymun iştahlıların keyfi idaresi kaldı."

Böyle bir yerde onlardan biri bulunamazdı. Kimdi, neydi bu uğursuzluğun sebebi? Sato, bu düşünceler arasında aşağı kata indi. Han yine o soluk ışığın gücüyle aydınlatılmaya çalışılıyordu. Masalar ışığın yettiği yere kadar sıralanmıştı. Her masanın üstüne mor bir örtü serilmiş, ucuz vazolar ile ortam güzelleştirilmeye çalışılmıştı. Manras bir masaya oturmuş, iki kişiyle konuşuyordu. Sato'nun aşağı indiğini görünce taburesinden kalkıp ona doğru ilerledi.

"Günaydın evlat. Dün çok yorgundun galiba. Neredeyse akşam oldu."

"Akşam mı oldu?" dedi Sato şaşkınlıkla.

"Evet. Erkenden uyanacağını düşünüyordum ama kalkmak bilmedin. Kahvaltı ve öğle yemeğinden ayırdım sana. Akşam yemeğini de birazdan hazırlayacağım. İstersen otur ben sana yemeğini getireyim."

"Rica etsem onları bir sefer tasına koyabilir misin? Kasabayı gezip şu ağacı görmek istiyorum." dedi. Ağacı görmek istiyordu ama aslında kasabadaki şerrin nedenini araştıracaktı. Sato, Manras sefer tasını hazırlayana kadar onun az önce oturduğu masayı inceledi. O iki adamdan biri simsiyah bir cübbe giyiyordu. Diğeri ise güneş rengi bir saraton yani ülkenin doğusuna seyahat eden maceracıların giydiği ucuz ve hafif zırhtan giyiyordu. Sandalyesinin yanında bezlere sarılı uzun ve genişçe bir şey vardı. Sato, kötü bir hava sezmese de siyahlı adamın farklı bir doğaya sahip olduğunu hissetmişti. Karanlıkla ilişkisi vardı. Lakin bu ilişki karanlığa köle olmak değil karanlıktan yararlanmaktı muhtemelen. Aradığı kişi o değildi. Manras sefer tasını getirince alıp handan çıktı.

Handan çıktıktan sonra doğuya doğru yürümeye başladı. Çökmeye yüz tutmuş evlere bakarak yürürken bulmayı umduğu kötülüğün bu evlerden birinde olabileceğini düşündü. İçlerinde bir ailenin yaşayıp yaşamadığı belli değildi. Aramak için evlere öylece giremezdi. Ama kötülüğü hissettiği anda tereddüt etmeden saldırırdı. Manastırda ondan sorumlu rahiplerden efendisi Gandesur, onun bu pervasızlığını sürekli eleştirir, başına büyük dertler açacağını söylerdi. O ise bunu umursamaz "Sadece gücümün yettiğiyle değil yetmediğiyle de savaşacağım. Ölümüm iyiliği savunurken olacak." derdi. Bu sözlerinde samimiydi. Acılarla dolu geçmişini değiştiremeyen Sato, hayatını onurlu bir şekilde sonlandırmak istiyordu.

Birkaç sokak geçtikten sonra tanıdık bir his duydu. Handaki siyahlara bürünmüş adamın yaydığı histi. Takip edilip edilmediği konusunda henüz emin olamıyordu. Bilmediği bir kasabada, kasabanın yerlisi tarafından takip edilmek onun aleyhineydi. Ama onu hazırlıksız yakalama şansı vardı. Adımlarını yavaşlatıp farklı yönlere açılan sokaklara sapmaya başladı. Nereye giderse gitsin adam peşini bırakmıyordu. Takip edildiğine emin olduktan sonra durdu. En bilindik numarayı yapmama rağmen peşimi bırakmadıysa pek parlak zekalı biri değil, diye geçirdi içinden. Aniden geri dönüp adamı yakalamak için koşmaya başladı. Koşarken bir yandan da naralar atıyordu. "Ben Sato Rüzgarkıran. Beni takip etmen cesur olduğunu gösterir. Karşıma çık!"

Ne kadar hızlı koşsa da adama yetişememişti. Adamın bulunduğunu tahmin ettiği yere vardığında onu görememiş, artık onu hissedemez olmuştu. Handa onu tekrar görmesi imkansızdı. Takip edildiğini anlayan avın avcı konumuna geçmesi demekti bu. Ama onun arkadaşı olduğunu tahmin ettiği adamı yakalayabilirdi. Daha hızlı koşmaya başladı. Bir yandan da neden takip edildiğini düşünüyordu. Sato'nun Reksa ve Hepermiyon'da yaptıklarından dolayı sicili kabarıktı. Ama hiç kimseyle arası kötü değildi. İçkiyi fazla kaçırdığı bir gün kavga çıkarmış, gardiyanlarla gümrük mevzuatı konusunda tartışmış, bir tüccarı mallarını aşırı pahalı sattığı için dövmüştü. Bunların sonucunda gördüğü en büyük ceza iki gün hapis yatmaktı. Onu öldürmek isteyen birinin olabileceğini düşünmüyordu. Hana varınca yavaşlamadan kapıdan içeri girdi. Diğer adam hala yerinde oturuyordu. Sato'nun içeri girip ona doğru koştuğunu görünce yanında duran bezlere sarılı pakete uzandı. Sato rakibine bu fırsatı vermeden paketi bir tekmeyle hanın köşesine yolladı. Adamı yakasından tutup kendine çekti. Cübbesinin altından bir hançer çıkarıp adamın boğazına yaklaştırdı. Meşe ağacından kabzası olan, kısa ve ince hançeri adamın boğazında gezdirdi.

"Beni neden takip ediyorsunuz?" dedi bağırarak.

"Ben takip etmiyorum ki. Hikan takip etti seni. Benim bir alakam yok." dedi.

Sato şaşkınlıkla ona baktı. İlk gördüğü andan itibaren erkek sandığı bu insanın aslında kadın olduğunu anladı. Sesi iç gıdıklayıcı bir cıvıltıya sahipti. Kısa kesilmiş sarı saçları, uzatılmış favorileri ve bakımsız cildiyle cinsiyetini saklamaya çalıştığını belli ediyordu. Ama bir erkeğe ait olamayacak kadar zarif yüz hatları onu ele veriyordu. Çıkık elmacık kemikleri, yeşil gözleri, dolgun dudakları, narin burnu... Sato, şaşkınlığını üstünden atıp asıl odaklanması gereken konuya döndü. Beni aptal mı zannediyor, diye düşündü. Hikan ismi ona tanıdık gelmiyordu. Arkasında başka biri olmalıydı.

"Dalga mı geçiyorsun? Az önce ikinizi yan yana gördüm. Şimdi kalkmış bana işbirliği içinde olmadığınızı söylüyorsun. Bu Hikan kimin adamı?" dedi sesini alçaltarak.

"Ben onun arkadaşıyım sadece. İşbirliği falan yok. O kimsenin adamı değil." dedi kadın sesi titreyerek.

O sırada Sato'nun gözü az önce tekmelediği pakete takıldı. Bezlerin arasından bir kılıç ile büyük ve yuvarlak bir kalkan görünüyordu. İki parmak genişliğinde, iki arşın uzunluğunda, mavi çelikten bir şövalye kılıcıydı bu. Kan kırmızısı kalkanın üstündeki kartal kabartması gümüş rengindeydi. Sato, hançeri cübbesinin altındaki kınına geri koydu. Kadının yakasını bıraktı. Yavaş adımlarla kılıç ve kalkanın yanına yürüdü. Kılıcı eline alıp inceledi. Kabzanın üstüne dualar işlenmişti. Mavi çelik ile kabzanın birleştiği yerde küçük bir zümrüt vardı. Parmağını hafifçe keskin kenara bastırdı. Anında ufak bir kesik açıldı. Düzenli olarak bilenmişti. Kılıcı yerden kaldırırken zorlanmıştı. Yedi sekiz okka ağırlığında neredeyse. Bu kadın bu kılıcı savurabildiğine göre oldukça güçlü olmalı, diye geçirdi içinden. Kılıçtan buram buram kutsal efsun yayılıyordu. Sato, kılıcı alıp kadının yanına gitti. Bir tabure çekip yanına oturdu. Kılıcı dizlerinin üstüne koyup daha sakin ve yumuşak bir sesle konuşmaya başladı.

"Şövalye zırhı yerine saraton giydiğinden eski bir şövalye olduğunuzu, kılıcındaki efsun bozulmadığından hala itikada bağlı kaldığınızı anlayabiliyorum hanımefendi. Anlamadığım nokta kadın olduğunuzu neden gizlediğiniz? Şövalye olmak için erkek olmak gibi bir zorunluluk yok." dedi.

Eski bir şövalyenin neden burada yaşadığını anlamamıştı. Emekli şövalyeler Bereketli Bağ'dan kendisine temlik edilen araziye bakar, kazandığı gelirle güzel bir hayat sürerdi.

"Sana bir şey anlatmak zorunda değilim." dedi kadın kaşlarını çatarak. Hassas olduğu bir noktaya parmak basıldığını belli ediyordu.

"Elbette değilsiniz efendim. Özel hayatınız beni ilgilendirmez. Ama cevap vermek zorunda olduğunuz bir soru var. O da beni neden takip ettiğiniz. Eğer cevap vermezseniz boynunuzu kendi kılıcınızla vuracağım." dedi Sato. Oldukça ciddiydi. Bu zor zamanlarda tedbiri elden bırakmamanın önemini geçirdiği badirelerden sonra anlamıştı.

O sırada hanın mutfağından tavernaya Manras girdi. Elinde bir tepsi tutuyordu. Tepsiyi kadının önündeki masaya koydu. Tepside koca bir tabak dolusu mantarlı tavuk haşlaması, bolca ekmek ve bir bardak su vardı. Kadın hemen yemeye koyuldu. Sato yok sayılmasına, tehdidinin umursanmamasına sinirlendi. Kılıcı havaya kaldırıp kadının boynuna indirecekken Manras onun kolunu tuttu.

"Evlat, dur! O hiçbir şey bilmiyor. O yüzden sana anlatacak bir şeyi yok. Kalk da benimle mutfağa gel. Bırak kız yemeğini yesin. Ben sana merak ettiğin her şeyi anlatacağım." dedi.

Sato işin içinde Manras'ın da olmasından dolayı şaşkındı. Bunun bir blöf olduğunu düşünerek tedbiri elden bırakmadı. Yerden kalkanı da alıp Manras'ın ardından mutfağa gitti. Kadın, bir şövalyenin kutsal emanet olarak gördüğü kılıcını almadan gidemezdi. Mutfakta yeni pişmiş yemeğin kokusu geziniyordu. Manras mutfak masasının yanına bir tabure çekip oturdu. Başıyla başka bir tabureyi göstererek "Otur." dedi. Sato, kalkanı duvarın kenarına yaslayıp oturdu.

"Önce sana o kızla ilgili bilmen gerekenleri anlatayım. Adı Ren Karasu. Soylu bir aileden gelmesinin yanında eski bir şövalyedir. Bir sene kadar önce buraya geldi. İlk geldiği andan itibaren onda bir sorun olduğunu anladım. Ren, savaş meydanında arkadaşlarını kaybetmiş. Bu onun ruhunu ve aklını darmaduman etmiş. Düzgün düşünemiyor, uzun sohbetler edemiyor. Çok derin bir hafızası yok. Pek bir şey bilmez, çoğu şeyi de anlamaz. O yüzden ondan çok bilgi edinemezsin. Ama onu aciz biriymiş gibi görme. Çok güçlü ve iyi biridir. Asla yalan söylemez, buradaki herkese yardım eder, kimseyi üzmek istemez.Şimdi asıl meseleye gelelim. Hikan'a seni takip etmesini ben söyledim. Hikan geçmişi pek temiz biri değildir. Bir suçluyu korumaya çalıştığımı sanma. Geçmişindeki kirde onun en ufak bir suçu yok. Ne yaşadığını sana anlatamam. Eğer öğrenmek istiyorsan ona sorarsın. Sana buraya pek kimsenin gelmediğini söylemiştim. Yabancıların ne niyetle geldiğini bilmediğimizden Hikan kim olursa olsun buraya gelen herkesi takip eder. Çünkü onun hakkında yakalama kararı var. Yakalanınca idam edilecek. Bu yüzden tedbiri elden bırakmamamız lazım." dedi.

"Sana inandığımı söyleyemeyeceğim. Öte yandan söylediklerini yanlışlama imkanım yok. İçinde bulunduğum durumdan hoşnut değilim. O adamla kendim konuşacağım."

"Geri dönmez bu hana. Onu fark ettiysen senden korkmuştur." dedi Manras. Sato bunu çoktan tahmin etmişti.

"O şövalye eskisi onun arkadaşı ve ikisi de bu kasabada kalıyor değil mi? Sen gidip onu bana getireceksin."

"Ama..." dedi Manras elini ona doğru uzatırken.

"Aması falan yok. O ne kadar kirliyse ben de onun kadar kirliyim. Başıma bela olup olmayacağını bilemem. Onu buraya getir. O zamana kadar o kız benim rehinem." dedi. Kılıcı ve kalkanı alıp tavernaya geri döndü. Manras arkasından bakakaldı. Sonra hızlı adımlarla handan çıkıp gözden kayboldu. Sato hanın köşesindeki gaz lambasının yanına gitti. Kemerine takılı küçük çantadan manastırın arananlar için hazırladığı kitabı ve kendi defterini çıkardı. 'Hikan' ismini arıyordu. İkisinde de bulamadı. Ren'in oturduğu masaya baktı. Kız yemeğini bitirmiş, ellerini masanın üstüne koymuş oturuyordu. Yanına yaklaşıp önündeki tepsiyi başka bir masaya koyduktan sonra kılıcı ve kalkanı kızın önüne koydu.

"Bana onunla ilgili bildiğin her şeyi anlat. Ben de bunları alıp gitmene izin vereyim. Ben söyleyene kadar ellerini masanın üstünde tutmaya devam et." dedi Sato. Manras'ın 'O yalan söylemez.' sözüne inanmayarak Ren'in tüm hareketlerine ve mimiklerine dikkat etmeye başladı.

"Tamam, ellerimi kaldırmayacağım. O benim arkadaşım." dedi.

Sato onun konuşmaya devam edeceğini düşünerek bir süre bekledi. Sonra ses çıkmayınca anladı başka söyleyeceği bir şeyi olmadığını. Sinirleri bozulmuştu. Sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Alnını ovaladı bir süre. Sonra Ren'in yüzüne baktı. Numara yapmadığını anlayınca Manras'ın yalan söylemediğini fark etti. Peki ya Manras onun hakkında her şeyi anlatmış mıydı? O an aklından efendisi Gandesur'un burada olsa yapacakları geçti. O sözleriyle zihnin derinliklerine işlemeyi iyi becerirdi. Sato bazen konuşurken kafasının içinde onun dolaştığını hisseder, emirlerine karşı gelemezdi. Gandesur bu yeteneğini sonradan edindiğini söylemişti. Sato öğrenmeye çalışsa da becerememiş ama hedefinin en ufak hareketinden ruh halini çözmeyi öğrenmişti. Gandesur bunun yanında kelimelerin gücü olduğunu söylemişti. Büyü kullanmadan da bir insanı etkilemek mümkündü. "Sadece doğru sözcükleri seçmek gerekir." demişti. Karşısındaki insanın normal bir ruh haline sahip olmaması işini zorlaştırıyordu.

"Ne zamandır arkadaşsınız?" dedi sesini olabildiğince yumuşak çıkararak. Basit sorular soracak, istediği bilgileri parça parça edinecekti. Daha sonra parçaları birleştirecekti.

"Birkaç aydır. Tam olarak hatırlamıyorum."

"Nasıl ve nerede tanıştınız?"

"Handa tanıştık. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum." dedi sıkılarak. Sato Manras'ın 'Çok derin bir hafızası yok.' sözünü hatırladı.

"Ne sıklıkla görüşüyorsunuz?"

"Üç dört günde bir."

"Seninleyken yanında başka biri oluyor mu?"

"Hayır. Onu hiç başka biriyle görmedim." dedi Ren hafızasını zorlayarak. Daha fazla 'hatırlamıyorum' demek istemediğini belli ediyordu. Sato onun bu halini fark etmişti.

"Benimle konuşurken kendini kısıtlama. Hatırlamıyorsan hatırlamadığını söyle. Verdiğin muallak cevaplar arkadaşının başını yakabilir. Hatırlamıyorsun değil mi?" deyince Ren, başını onaylar şekilde salladı.

"Onun geçmişiyle ilgili bir şey hatırlıyor musun?" dedi. İşe yarar bir bilgi alma ihtimalinin çok düşük olduğunu biliyordu. Buna rağmen umudunu koruyordu.

"Hepermiyon'dan geldiğini biliyorum sadece." dedi Ren. Sato için büyük bir sürprizdi bu. Birinin başkentten çıkıp böyle köhne bir yere gelmesi pek mümkün görünmüyordu. Bunun yanında başkentte suç işlemiş biri için en iyi saklanma yeri burasıydı.

"Onun kötü bir hareketini gördün mü?"

"Görmedim." dedi kararlı bir şekilde. Emin olduğu tek şey buydu.

"Bir şövalye olarak görseydin izin vermez, cezalandırırdın değil mi?" dedi Sato. Kötü bir niyetle söylememişti bunu ama Ren'in yüzünü kara bulutlar kapladı.

"Şövalyelik eski günlerde kaldı." dedi gözlerini kaçırarak. Özlemle andığı günlerin geri gelmesi için her şeyini vermeye hazırdı. İşin kötü yanı sahip olduğu pek bir şey yoktu.

"Merak ettiğim başka bir şey yok. Teşekkür ederim Ren. Artık gidebilirsin." dedi Sato. Ren, tavernanın köşesinde duran bezleri alıp kılıcını ve kalkanını sardı. Sonra tek ses çıkarmadan handan çıktı.

Sato gitmesine izin vermenin iyi bir fikir olduğundan emin olmasa da ondan daha fazla bilgi edinemeyeceğini düşünüyordu. Ayrıca Hikan hana geldiğinde ikisinin yan yana olması tehlikeli olabilirdi. Şimdi tek başına oturmuş bekliyordu.