'Sen iyi birisin evlat.' bu kelimeler Sato'nun zihin duvarlarına çarpıp duruyordu. Manras'ın bu sözünü yadırgamıyordu. Sonuçta bir keşişin 'iyi biri olmaktan' başka gayesi olmazdı. Ama kendi kendine 'Gerçekten iyi miyim?' diye sorunca bocalıyordu. Benliğinde zıtlıklar savaşıyordu. Korku cesaret ile iç içeydi. İncelik ve kabalık birbirinden ayrılmazdı onun için. Bazen her şeyi en ince ayrıntısına kadar görebiliyordu. Bazen de gözünün önündekini fark edemiyordu. 'İçimde iyilik varsa kötülük de vardır. Kötülüğün yer edindiği bir bedene iyi denilebilir mi?' dedi. Odasının kapısının önünde durmuştu. Ahşap kapının üstünde oluşan çiziklere bakıp durduğunun farkında değildi. Aklı o kadar karışmıştı ki içeri girmeyi unutmuştu. O sırada alt katta bir patırtı koptu. Sato irkilip kendine geldi. 'Manras bir tencere düşürmüş olmalı.' dedi ve içeri girdi. Yatağına uzanıp ellerini başının altına koydu. Pencereden dışarı baktı. Gökyüzünde tek bir yıldız yoktu. Kapkara gece içine bir mutsuzluk saldı. 'Reksa'da bu saatlerde her yer ışıl ışıl olurdu. Ay ve yıldızlar ne güzel parlardı. Şimdi orada olsam manastırın çatısına çıkıp uyurdum. Her zaman yaptığı gibi Gandesur beni azarlardı.' diye düşündü. Sonra sırtını pencere tarafına dönüp uyumaya başladı.


Uyandığında kendini huzursuz hissediyordu. Ağzında kekremsi bir tatla uyanan sarhoşlar gibiydi. Başı ağrıyordu. Fayda vermeyeceğini bilerek alnını ovaladı bir süre. Sonra kalkıp elini yüzünü yıkadı. Su onu ferahlattı. Tekrar hayret etti suyun temizliğine. 'Bu iç karartıcı yerde güzel olan tek şey muhtemelen. Bir de o ağaç var. Hala yemyeşil demek.' diye düşündü. 'En olası ihtimali gözden geçirmeliyim. Burada şeytani bir güç var diyelim. Toprağı zehirliyor, gökyüzünü karartıyor ve kutsal ayinleri bozuyor. Doğanın neredeyse tamamına hükmeden bir güç nasıl olur da tek bir ağacı geride bırakır? Hem bu şeytani güç neden burayı seçsin? Buranın ne siyasi ne de dini hiçbir vasfı yok. Ayrıca bu kadar kudretli bir yaratığın kendisini gizlemeye neden ihtiyacı olsun? ' Cevabını bulamadığı sorular onun zihnini karıştırıyordu.


Islak ellerini cübbesiyle sildi. Sonra cübbenin alt kısmını kaldırıp yüzünü sildi. Kahverengi kıyafeti yer yer ıslaklığın verdiği bir koyuluğa büründü. Sonra bir yandan yürürken bir yandan gerinip alt kata indi. Uykusunu giderememişti. Ama daha fazla vakit kaybetmek istemiyordu. Tavernada kimsenin olmadığını görünce Manras'ı bulmak için etrafı kolaçan etti ama bulamadı. Mutfakta dünden kalmış yemeği buldu. 'Yemek yemektir.' deyip ocağın üstüne koydu. Ocak, demir sacdan yapılmış üç ayaklı tabure benzeri basit bir yapıydı. Ocağın etrafı ateş yayılmasın diye kerpiçle çevriliydi. Mutfağın kenarına istiflenmiş odunlardan birkaç tanesini ve biraz samanı alıp ocağın altına koydu. Çakmak taşlarını birbirine sertçe vurunca tek seferde çıkan kıvılcımlar samanı tutuşturdu. Alevler yavaş yavaş yayılırken sırtını duvara yaslayıp yemeğin pişmesini bekledi. Bir süre sonra tencereden buharlar yükselince ocağın altına kum atarak ateşi söndürdü. Tencereyi indirip yerde bağdaş kurarak yemeye koyuldu.


Bir zaman sonra mutfağa Manras girdi. Ter içindeydi ve nefes nefese kalmıştı. Sato ona meraklı gözlerle bakarken Manras onu hiç görmüyordu. Tezgahın üzerinden bir anahtar alıp dışarı çıktı. Hemen sonra geri döndü. 'Sato bana biraz yardım edebilir misin? Aylık erzak yardımı geldi. Taşımama yardım et lütfen' dedi. Sato kafasını sallayıp onunla beraber dışarı çıktı. Hanın önünde koca, siyah bir öküzün çektiği bir araba duruyordu. Hayvan acı böğürtülerle etrafı inletirken hasır şapkalı ve basit giyimli sürücüsü onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Adamın hastalıklı sarı yüzü sinirden kızarmıştı. Elindeki mendille yüzünü silerken 'Buraya bir günlük yoldan sırf siz açlıktan ölmeyin diye geliyorum Manras. Sen de zahmet edip birkaç kasabalı toplasan da burada daha fazla durmak zorunda kalmasam.' diye söylenmeyi ihmal etmiyordu.


'Anladık, anladık Fahul. Bak, yanımda kasabalı getirdim zaten.' dedi Sato'yu göstererek.


'Aslında ben yolcuyum. Ama önemli olan bu değil şu an.' dedi Sato. Dikkati acı içindeki hayvana takılmıştı. Zavallı bu haldeyken işlerini rahatça halletmeleri mümkün görünmüyordu. Yanına gidip sağ elini hayvanın başının üstüne koydu. Onun başını okşarken 'Sakin ol güzel dostum. Burada başına bir şey gelmeyecek. Korkma.' dedi. Hayvan derin nefeslerle sakinleşirken sahibi şaşkın şaşkın onları izliyordu. 'Demek bir keşişi ağırlıyorsun.' dedi fısıltıyla Manras'a. Sonra Sato'ya dönüp 'Seni yormak istemem evlat. Ama gördüğün gibi iş çok işçi az. Hadi el ele verelim de şunları kısa sürede taşıyalım.' dedi Fahul.


Sohbetleri yavaş yavaş samimileşir iken Sato, Fahul'den daha doğudaki kasabalar hakkında birçok şey öğrendi. Oradaki durum Aetir'den daha karmaşıktı. Aetir bereketsizliğin ilk kez hayrını görmüştü. Kimsenin emellerine uygun bir zemin sunmayan bu kasabada karmaşaya mahal yoktu. Sonunda tüm erzağı hanın alt katındaki kilere taşıdıklarında iki adam yorgunluktan bitik vaziyetteydi. Sato'da ise yorgunluğun en ufak emaresi yoktu.


'Evlat sen...' arabanın yanına çökmüş Manras derin bir nefes alıp sözünü tamamlandı. 'Sen yorulmak nedir bilmez misin?'


'Manastır'da eğitimdeyken Ulu Dağlar'ın etrafını günde üç kez dolaşırdım. Sırtımda on okka ağırlıkla...' dedi önemsiz bir şeymiş gibi.


'Siz keşişler... Daha ne kadar tuhaf olabilirsiniz ki?' dedi Fahul. Onun hali Manras'dan da beterdi.


Sato orada yapılacak başka bir işin olmadığından emin olduktan sonra aralarından ayrıldı. Kasabanın doğusuna doğru yürüyordu. Belli bir noktadan gelmese de dağınık şekilde kötücül bir aura hissediyordu. Elini evlerin duvarlarına sürerek yürüyordu. Her ev birbirinin benzeri hissiyat veriyordu. Bir hedef bulmaya o kadar odaklanmıştı ki nereye gittiğinden bihaberdi. Kasaba merkezine vardığını haşmetli hükumet konağı gözleri önüne serildiğinde fark etti. Hükumet konağı genişçe bir meydanın ortasındaydı. Kurumuş ağaçların çevrelediği bu konak eskiden çok iş görüyor olmalıydı ki oldukça büyük tutulmuştu. Güney usulü mimarinin yoğun olarak kullanıldığı bu konak rüzgarın etkisini azaltmak için küçük pencere ve kapılarla donatılmıştı. Mermer binanın yüzeyi lale motifleriyle güzelleştirilmişti. Sato meydana varınca durup etrafı kolaçan etti. Kimseyi göremeyince gözlerini kapatıp iç dünyasına yöneldi. 'Kahretsin! Burada da aynı miktarda kötücül aura var. Buranın hiçbir özelliği yok. Gerçekten bir büyücü buna sebep oluyorsa acaba nerede bulunuyor?' diye düşünürken bir ses onu gerçek dünyaya döndürdü.


'Hey Sato, yolun ortasında dikilmeye devam edersen bir at arabası gelip seni ezecek.'


'Neyse ki uzun zamandır burada at arabası görmüyoruz.' dedi daha ince ses ona eşlik ederek.


Sato gözlerini açıp kafasını kaldırdı. Karşılıklı iki evin birinden Hikan diğerinden Ren pencereden sarkmış vaziyette ona bakıyordu. Sato onları görünce gülümsedi.


'Az öncesine kadar hanın önünde bir öküz arabası vardı ama o ters yöne gidiyor galiba.' dedi gülerek.


'Öküz arabası mı? Aylık erzak geldi demek.' dedi Hikan.


'Desene akşama ziyafet var. Sato, akşam yemeğini hep birlikte yiyelim mi?' dedi Ren. Sato onun bu sözleri üzerine çok şaşırdı. Dün akşam onu ölümle tehdit etmişti. Hatta Manras onu durdurmasa öldürecekti. Buna rağmen şimdi bir dost gibi davranıyordu. 'Olur.' diyebildi sadece Sato.


'Sato bizi bekle. Aşağı ineceğiz.' dedi Hikan. Sonra ikisi de gözden kayboldu. Çok geçmeden güzel kıyafetleri ve taranmış saçlarıyla sokağa çıktılar. Hikan kestane rengi, kendisine oldukça bol gelen bir gömlek, altına koyu kahverengi pantolon giymişti. Ren'in üzerinde karanfil renginde, işlemeli bir elbise vardı. Dünkü kasvetli görüntülerinden tamamen uzaklardı.


'Sato biz dün yaşananlar için üzgünüz. Özür dileriz. Ama bizi anlayacağını umuyoruz. Kim olduğunu bilmeden yanına gelip konuşamazdım. Seni bu yüzden takip ettim. İşlerin bu kadar çetrefilli bir hal alacağını bilemezdim. Aslında senin de suçun var. Beni fark etmeseydin hiçbir sorun çıkmayacaktı.' dedi Hikan sözlerini ufak bir gülümsemeyle bitirerek.


'Hikan bana aranızda geçen konuşmayı anlattı. Kötü biri olsan bizi öldürürdün. İkimizi de silahsız bırakmana rağmen hiçbir şey yapmadın. Bunun yanında ona çok kibar davranmışsın. Bence çok iyi birisin. Dünü bir kenara bırakıp arkadaş olabiliriz.' dedi Ren tüm sevecenliğiyle.


'Ren biraz sakin ol. Arkadaşlık zamanla oluşur. Öylece arkadaş olalım deme kimseye.' dedi sahte bir ciddiyetle. Sonra Sato'ya dönerek 'Senin seyahat ettiğini biliyoruz.Yakında gideceksin muhtemelen. Gidene kadar seninle iyi vakit geçirmek istiyoruz.' dedi


'Ortada özür dilenecek bir durum yok. Hepimiz kendimizce haklı sebeplere sahibiz. Dünkü olaylar başka şekilde cereyan edemezdi. Arkadaşlık konusuna gelirsek ben sizinle arkadaş olmak isterim. Umarım işler yolunda gider de keyifli vakit geçiririz.'


Ren'in gözleri parladı. Bu kasabada Hikan'dan başka arkadaşı yoktu. Yeni bir arkadaş edinmek onun için bulunmaz nimetti. Heyecanla Sato'nun ellerini tutup salladı. 'Ben Ren Karasu. Seninle çok iyi anlaşacağız Sato Rüzgarkıran.' dedi her kelimeyi vurgulayarak. Öyle kuvvetli sıkmıştı ki Sato parmaklarının kırılacağını zannetti.


'Kendini yormana gerek yok Ren. Sato demen yeterli.' dedi ellerini kurtararak.


'İlk olarak ne yapıyoruz? Kasabanın içinde çok bir şey yok. Ama ormanda gezebilir, ava çıkabilir, yüzmeye gidebiliriz. Kulağa sıkıcı geliyorsa komşu kasabalara gidebiliriz.' diye seçenekler sunuyordu Ren. Heyecanı sürekli artıyordu. Başka şeyler de geliyordu aklına. Sato onu durdurmasa sıralamayı sürdürecekti.


'Ren kusura bakma lütfen. Bu dediklerini yapmayı çok isterim ama çözmem gereken bir sorun var. Bu kasaba canımı sıkan bazı gizemler barındırıyor. Görevim böyle şeyleri çözmek değil. Ama arkamı dönüp gitmek içime sinmiyor. O yüzden eğlenmeyi şimdilik bir kenara bırakmalıyız.' dedi Sato. Ren'in mutluluğu bir nebze de olsa azaldı.


'Sato, bu kasaba üç yüz altmış yıldır böyle. Senden önce buraya çok kimse gelip gitmiş. Hiç kimse bu felaketin altındaki sebebi bulamamış. Bu kararında ısrarcı mısın?' dedi Hikan.


'Evet. Elimdeki imkanlar ve gerçekler işimi zorlaştırsa da umudumu kaybetmeyeceğim. Gandesur bana böyle öğretti.'


'Gandesur mu? O kim?' dedi Ren.


'Manastırda beni eğiten efendim ve akıl hocam. Onun hakkında saatlerce konuşabilirim. Bunu akşamki ziyafetimiz sırasında konuşalım.'


'Şimdi ne yapacağız? Aklında nasıl bir plan var?'


'Şey, aslında... Ben hiçbir plan hazırlamadım.'


'Demek hiçbir plan hazırlamadın. Çok güzel bir haber bu.' dedi Hikan.


'Ama üçümüz bir olursak bir şekilde üstesinden gelebiliriz. Burada karanlık güçlere sahip bir büyücünün olduğunu düşünüyorum. Bu meselenin üstüne gidebiliriz.'


'Buradaki tek büyücü şurada yaşıyor.' dedi işaret parmağıyla konağı göstererek. 'Onun da pek öyle güçlü olduğu söylenemez.'


'Bana onu tarif edebilir misin?'


'Ben onu bir iki kez gördüm ama Ren sana daha iyi anlatır. Sen onunla birkaç kez sohbet etmiştin değil mi?' dedi Hikan. Ren kafasını olumlu anlamda sallayıp 'Bunu benim evimde konuşalım isterseniz. Sokağın ortasında dikilip duruyoruz.' dedi. Sonra üçü birden Ren'in diğerlerinden daha iyi durumda olmayan, çökmeye yüz tutmuş evine girdiler. Evin iç kısmı dışına kıyasla çok daha iyi durumdaydı. Mermerden oyulmuş merdivenleri tertemizdi. Ahşap duvarlar ise reçineyle yenilenmişti. Merdivenlerden yukarı çıktılar. Bir kapının önüne geldiklerinde Ren onları durdurup ayakkabılarını çıkarmalarını söyledi. 'Evin buradan sonrası halılarla döşendiği için ayakkabı ile giremezsiniz. Kirlenmelerini istemiyorum.' dedi kibarca. Hikan Sato'nun kulağına eğilip 'İçeride bir şeyler ikram ederse yere dökmemeye dikkat et. Aksi takdirde gazabından kaçamazsın.' diye fısıldadı. İçeri girdiklerinde evin intizamlı hali Sato'yu şaşırttı. Geniş oturma odasının bir köşesinde ince işçilik ürünü olduğu belli olan masa ve sandalyeler, masanın hemen yanında duvara sabitlenmiş raflarda porselenler vardı. Tavandan aşağıya yirmi mum taşıyan bir avize sarkıyordu. Odanın her köşesinde üzerinde yeşil renkte yastıklar olan sedirler bulunuyordu. Yere serilen halı Ren'in verdiği kıymeti hak edecek kadar güzeldi. Üzerine bir orman görüntüsü işlenmiş yeşil halıda en ufak leke yoktu.


'Burası benim fakirhanem. Kendini evinde gibi hisset Sato.' dedi Ren kibar bir edayla. Sato bu söze buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi. Ev denilen şeyin ne ifade ettiğini bilmezdi. On bir yaşında girdiği manastır onun için bir evden ziyade okul gibiydi. Ondan öncesini hatırlamak dahi istemiyordu. O sırada Ren bir yandan onlara oturacakları yeri gösterirken bir yandan da masanın üstünde duran cam sürahiden bardaklara meyve suyu dolduruyordu. Sato oturduğu sedire güzelce yayılıp gözlerini kapadı. Manastırın taş zemininden de, hücresindeki döşeksiz yataktan da rahattı. Sonra kendisini toparlayıp geçmişinden uzaklaştı. 'Şimdi bunları düşünmenin bir anlamı yok.' diye içinden geçirerek gözlerini açtı. Ren karşında durmuş ona içeceğini uzatıyordu. Teşekkür edip aldıktan sonra Ren de yerine oturdu.


'Bize Kimeru hakkında bildiklerini anlat Ren.' dedi Hikan.


'Peki, anlatayım. Bildiğiniz gibi o bir büyücü. Hatırladığım kadarıyla buraya Hepermiyon'daki büyü akademisinden mezun olunca atanmış. Akademi tarihindeki en düşük dereceye sahipmiş. Yapabildiği doğa büyüleri ateş ile ilgili olanlarmış.'


'Burası çok önemli bir yer olmadığından en kötü öğrenciyi burayı koruması için atamışlar. Tıpkı diğer kasabaların en az elli askeri varken buraya sıradan beş gardiyan atamaları gibi. Burada korumaya veya savunmaya değer bir şey yok. Ingra'nın kurduğu büyü akademisinden ortalama bir büyücü iki farklı doğa büyüsünde uzmanlaşarak mezun olur. Ayrıca ateş kontrol edilmesi en kolay olandır. Kimeru'nun lanetlenmiş lisanı öğrenip karanlık büyüleri kullanması imkansız.' dedi Hikan.


'Bu dedikleriniz içimdeki kuşkuları yatıştırmadı. Ren onunla konuştuğun zamanlarda dikkatini çeken bir şey oldu mu? Tuhaf bir hareket, çok sık kullandığı bir kelime ya da herhangi bir şey...'


'Aslında çok farklı bir şey görmedim onda. Ama 'güç' kelimesini çok kullanıyor. Aklımda onunla konuşmamızdan pek bir şey kalmadı.'


Sato parmaklarıyla çenesini ovuşturmaya başladı. İsminin Kimeru olduğunu öğrendiği adamın göze çarpan hiçbir özelliği yoktu. 'Güç' kelimesi ise yaşadıkları zamanda hiç kimsenin ağzından düşmüyordu. Asurah'ın yarattığı, Kangiri'nin ise Mızrak Orman'a sürdüğü yaratıklar kasabalara inmeye başlamıştı. Mevcut hükümdar Ingra'nın yönetimi yüzünden şövalyeler silah bırakmıştı. Güç, can güvenliğinin olmadığı bu dönemde ekmek ve sudan daha büyük bir ihtiyaçtı. Sato umduğunu bulamamış bir çocuk gibi yüzünü buruşturdu.


'Şimdi ne yapmayı planlıyorsun?' dedi Hikan.


'Kimeru dediğiniz adamı kendi gözlerimle görmek istiyorum. Genelde nerede bulunur? Ne zaman konaktan çıkar.'


'Odasından pek çıkmaz. Çıktığı zamansa dışarıda çok vakit geçirmez. Ona ulaşmak istiyorsan şimdi gidip konuşabiliriz. Konakta vali ve ondan başka kimse yok. Kasabada bulunan beş gardiyan beş farklı yerde bulunuyor.' diye cevapladı Hikan. Kasabada ne olup bittiğini ondan iyi kimse bilmiyordu.


'Eh, yapacak başka bir işimiz yok. Hadi gidelim.' diyerek ayağa kalktı.


'Biraz daha oturun. Size yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Tatlı çöreklerden yemek istemez misiniz?' dedi Ren. Hayatında daha önce Hikan'dan başka hiç kimseyi misafir etmemişti. Anın tadını çıkarmak istiyordu.


Ren'i kırmak istemediklerinden kabul ettiler. Ren mutfağa gittiğinde Hikan sessizce Sato'ya 'Ren iyi bir aşçı değildir. Kötü pişirdiğini ona belli etme. Çok üzülür sonra.' dedi. Ren yaptığı tüm yemekleri Hikan'a da götürürdü. Aksi takdirde Hikan günü peksimet ile geçirirdi.Hep beraber oturup çöreklerini yerken Sato, çöreklerin Hikan'ın söylediği kadar kötü yapılmadığını fark etti. 'Benim daha önce neler yediğimi bilse öyle demezdi.' diye düşündü. Manastır yemekleri tatsızdı. Yolculuk sırasında ise kumanyasız kaldığında yaprak, solucan, mantar gibi şeyler yemişti. Bir saat kadar oturduktan sonra Ren saratonunu giyip yanlarına geldi. Geniş omuzlarını, güçlü kollarını ve dik duruşunu açığa çıkaran saraton onu heybetli bir hale sokmuştu. Sokağa çıkıp konağa doğru ilerlerken Hikan onları durdurup 'İçeriye girmeden önce söylemem gereken bir şey var. Vali ve büyücü beni Tora olarak tanıyor. Onların yanında bana gerçek ismimle hitap etmeyin.' dedi. Daha sonra hiçbir engelle karşılaşmaksızın konağın kapısının önüne vardılar. Hikan'ın dediği gibi kimse yoktu. Ayakları altında ezilen kuru yaprakların çıkardığı hışırtılardan başka ses duyulmuyordu. Bir karga konağın gözetleme kulesine konup onları izledi. Önlerinde yükselen bu kasvetli binada yaşayan büyücünün adından başka elle tutulur bir bilgiye sahip değillerdi.