Ateşin bir eti, bir kemiği; bir canı, bir ruhu yaktığı çok görülür, çok bilinirdi. Değil mi? Oysa ateşin yaktığı Kafdağı'nın o tepesinden bile görünürken bir gece, karanlığın şafağa kendini teslim edeceği anda görülmedi ve de bilinmedi, bilinemedi. Çünkü o ateş, kızıllıklar içinde yükselirken fark edilecek türden değildi. Siyahtı, kapkaraydı... Ve öyle bir belirsizdi ki ne gece ne de gündüz daha da şehvetlenirken yakarışı görenler görmemeye, bilenler bilmemeye başlamıştı ateşi. Onu tanımayı reddetmişlerdi sanki tek bir ânın içinde. Ateş, herkesi yakardı; ağlatırdı, yalvartırdı, can çekiştirirdi ve bu görülür, tüm bilinmezliğin öfkesi ateşin inine kusulurdu. Ama ateş, kendi yanar; ağlar, yalvarır ve can çekişirse gece susar, gündüz sağır olur, öfke inzivaya çekilir ateşin ölümü yine küllerine kalırdı.