İnsanlığın ilk çağından itibaren ateşin varlığı; doğada yaşanan orman yangınları, lav ve volkan patlamaları, yağmur esnasında düşen yıldırımlarla, gökyüzündeki Ay, yıldızlar ve Güneş’in varlığıyla bir anlam kazanır. Ateşin ilk nüveleri, insan elinin değmediği, doğal ve tesadüfi olarak ortaya çıktığı alanlarda ele alınır. İnsanlar doğal olaylar neticesinde ateşi; aydınlatmak, doğanın felaketlerinden korunmak ve ısınmak için kullanmaya başlamışlardır. 

Felsefede ateş dört ana elementten birini temsil eder ve evrenin var oluşu da bu dört element ile açıklanır. Ateşi ilk ele alan filozof Herakleitos’tur. Ona göre evrenin özü ateş (pyr) ve savaştır. Bütün değişim ateşin gücüyle mümkündür. Bu ilk madde dünyanın sınırlarından alemin sonuna kadar yayılmaktadır. Olan her şey ateşten gelir ve ateşe geri döner, aslında her varlık değişmiş ateştir. Hava ve su sönmek veya yeniden doğmak üzere olan ateştir. Değişmez olan bir kanuna göre, gökyüzündeki ateş, sırası ile buhar, su, torak haline gelir. Evren muntazam aralıklarla yanıp sönen değişme halinde bir ateştir (pyros trope) ve sürekli olarak canlı bir şeydir. Alem sonsuz olarak küllerinden tekrar doğar. Her şey kuru ve sıcak bir prensipten gelir ve sonunda küllerinden yine ona döner.  

Bunun yanı sıra Herakleitos varlıkların özde bir maddeden değil de bir olgudan ortaya çıktığını iddia eder. Her şeyin aktığını ve göreceliğin hakim olduğuna vurgu yapar. Her şey bir akış, oluş ve bozuluş içerisindedir. Ateşin kendisinden meydana gelen şey değiştiği halde ateşin kendisi değişmez. Ateş ile maddelerin dönüşümüyle kozmik düzen açığa çıkar. İlk çağlardan günümüze kadar olan süreçte Heraklitos’un ateş kavramının dönüşüme uğrayıp Heisenberg’in enerji kavramıyla çevrildiğini söylemek mümkündür. Heraklitos için dünya bir şey ve aynı zamanda birçok şeydir. Heraklitos’un anlatımı bugün bizim yaşantımızın kaynağı olarak gösterilebilir. Enerji; tüm taneciklerin, tüm atomların ve tüm şeylerin oluştuğu maddedir. Enerji aynı zamanda enerjiyi, hareketi ve değişmeyi sağlayan kuvvete sahiptir. Evrendeki enerji tüm değişimin kaynağıdır. Enerji var oluşun tüm süreçlerinde aktiftir.


Hiçbir şeyin başı ve sonu yoktur, evrene belirsizlik hakimdir. Bu sebepten ötürü sınırlardan, sondan ve bir başlangıçtan bahsedemeyiz. Her şey yine kendisine döner ama bir başka şey olarak döner. Dolayısıyla her şey devinim halindedir. Bütün mutlaklıklar, biriciklikler kırılmıştır. 

Teknik olarak ilk defa iki taşın uzun süre birbirleriyle sürtünmesinden çıkan kıvılcımlarla ateşin keşfi ele alınmıştır. Bu keşif doğal değil yapaydır. Çünkü dışarıda var olan maddelere form vererek onu değiştirmek söz konusudur. Burada yeni bilme süreci başlar. Tabiatta var olan şeylerle insan, ilişkiye girer ve yeni bir varlık alanı doğar. On yedinci yüzyıla kadar bu bilme süreci techne ile açıklanmıştır. Önce ateşin bilgisini edinen insan zihinsel becerisiyle ona bir tasarım verir ve sonra da formunun eşyaya aktarmasıyla teknik bilgi ortaya çıkar. Yani ateşi ateş yapan unsur yakıcılığı olduğu için maddi dünyada buna karşılık gelen her bilgiyle örtüştüğünde “teknik bilgi” açığa çıkar. Ateşi kontrollü kullanmaya başladıklarında ateşin yaydığı ışıktan faydalandılar ve ateşin ısıtma gücünden istifade ettiler. Var olana biçim vererek doğayı hakimiyet altında aldılar. Daha sonra hayvan yağlarının yakılmasıyla yağ lambaları elde edildi. Sanayi devrimiyle birlikte yakıcılığın verimliliği tartışıldı ve gaz lambalarının kullanımı yaygınlaştı. Son zamanlarda çevre dostu olan, sağlık sorunlarına yol açmayan, az enerji tüketen ışık kaynakları üretildi. Floresan lambalar icat edildi ve ışıktan tasarruf amaçlandı, tasarruflu ısıtıcılar icat edildi ve ısıtıcılarda tasarruf amaçlandı. Bu bilgileri insan tecrübeyle birlikte bir birikim neticesinde ortaya çıkarıyor. 


Klasik düşüncede Tanrı bir ışık hediye ettiği için -Güneş, yıldırım- kutsaldır. Ezidiliğe göre ateş kutsal olduğu için ateşe tapınma söz konusudur ve dini ritüellerde de ateş yakma, ateşin üstünden atlama gibi olaylar yaşanmaktadır. Tek tanrılı dinlerin inancında geçen cehennem kavramı da yine ateş ile tasvir edilir. Günümüzde ateş karşımıza yalnızca bir kullanım değeri olarak çıkar, klasik düşüncedeki gibi doğanın sunduğu bir mükemmellikte değildir çünkü insan ona form vererek kullanmaya başlamıştır. Ateşe form vererek ona yeni varlık alanları sunulur. Fakat bu yeni varlık alanı da bizi ve hayatımızı belirleme rolünü kazanmıştır.

Aydınlanma ile birlikte ateşten form alan birçok alet bizim yaşamımızı belirler. Silahlar olmadan bir devletin askeri gücü olmaz. Dolayısıyla insan elinden çıkan bu silahlar hayatımızdan çıkarıldığında ciddi boşluklar yaratır, çıkarılmadığında ise insan canına mal olur. 

Artık ateş öyle bir yapıdadır ki hem insani üretimdir hem de insanı aşan, o olmadan hayatın zorluk içerisinde geçeceği bir alana tekabül etmiştir. Ateş, insanı ve doğayı ele geçiren bir yapıya dönüşmüştür. Bununla birlikte insanın yaptığı üretime yabancılaşması görülür. On sekizinci yüzyıla kadar, insanla ürettiği şey arasında bir değer ve anlam söz konusuydu. Sanayi devrimiyle birlikte parça üretime geçildi ve üretim de, onu yapan fail neden de kolektifleşti. Eskiden bir tüfek yapmak hem sanat, hem de zanaat olarak adlandırılırdı. İşi yapan tüm süreçte aktifti ve tüfekle arasında bir anlam-değer vardı. Artık seri üretim olduğu için işi yapan kişiler parça parça iş yaptılar. Tüfeğin yapılışındaki sürece dahil değillerdir. Bu da işi yapan kişinin, yaptığı işle arasına bir perde getirmiştir ve işten yabancılaşma ortaya çıkmıştır.  

İnsan, doğayı geliştirirken kendisi de gelişir. Hegel doğayı değiştirdikçe bilincin de değiştiğini söyler. Ateş hayatımıza girdiği anda getirdiği şey, yeni kullanım değerleri oluşturur. Bu teknik buluşlar insanın amacına yönelik bir aracı olmalıdır. Heidegger’e göre teknoloji özünde iyidir, insan hayatını kolaylaştırmak için vardır, sınırlı kaynakları verimli kullanmanın önünü açar. Fakat son yüzyıllarda teknolojinin amacın dışına çıktığı gözlemlenmiştir. Termometrenin icadı da, atom bombaları da ateşin keşfiyle ortaya çıkmıştır. İyiye kullanıldığında insan hayatını da doğanın devinimini de olumsuz etkilemez ama bombalar yaparak, silahların sayılarını çoğaltarak ateşin keşfi olumsuz kullanılmıştır. 


Marshall insan beyninin iki yarım küreden oluştuğunu söyler. Soğuk yarım küre; Hegelci, mantıkçı, doğa bilimini savunur. Sıcak yarım küre; düşünce, algı, imge ve hayali ele alır. Ama bu dünya soğuk dünyadır, akıl ön plandadır. Bu dünya giderek endüstri çöplüğüne dönüşüyor ve insanın düşünmesine, yaratıcılığına gölge düşürüyor. Yapılan silahlar, bombalar, elektrik ile çalışan eşyalar, üretilen ısıtıcılar gösteriyor ki insan artık “homofaber” bir yapıya dönüştü. Bu teknolojilerle üretilen eşyalar doğayı ve insanı esir aldı. Oysa teknolojinin kullanım amacı doğaya bilme etkinliğimiz ile egemen olmaktı. Son tahlilde görülüyor ki insanlar bu teknik üretime göre şekil alırlar. Yeni yapılan evler bile akıllı sisteme göre tamamen elektrik ile çalışan yapıdadır. Fakat ortada öyle bir paradoks vardır ki bu akıllı ev sistemini yapan insanlar aynı zamanda tasarruflu elektrik üretimi için de çalışıyorlar.

Peki teknik, etik kaygı gütmeden uygulamaya koyulduğunda sonuç ne olur?

Fikrimce etik kaygı gütmeden tekniği uygulamaya koyduğumuzda insan hayatının ciddi bir tehlike altında olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü insanların yaşamı ciddiye alınmaksızın sadece pragmatik bir fayda sağlamayı amaçlamak insan neslinin ve çevredeki diğer canlıların yaşamını tehlikeye sokar. Etik kaygılar insanlara en azından bir yerde durması hususunda sınır koyar. İnsan bu sınırları hiçe sayıp sadece teknik ürünler üretmeyi hedeflediğinde durum hiç de düşünüldüğü gibi iç açıcı görünmez.

Son olarak teknolojinin insanoğluna getirdiği en büyük kötülük, insanı daha hızlı yaşamaya sevk etmesidir, diyebiliriz. Üretkenlik ve derin düşünce artık yerini tepkilere bırakmıştır, insan da bu teknolojinin bir devamı olmuştur. Teknolojinin hakim olduğu bir toplumda insan bilgeliği ciddiye alınamaz olmuştur. Oysa insan hakikatleri nesilden nesle aktarılmalıdır ve insan sonuna kadar insan olarak kalmalıdır.