Tam bir ay vardı gökyüzünde. Kadın karanlığın sesini dinlerken gördü, o muazzam güzelliği... Bir müddet gözlerini kaçırmadan baktı dolunaya. Ne de güzeldi! Tüm karanlığa inat öylece duruyordu işte gözlerinin önünde. Gençliğinde de yapardı bunu...Boş gözlerle bakıp geçmişini, geleceğini, şimdisini düşünürdü. Ayın üzerindeki siyah gölgeleri seçmeye çalışır, bir şeylere benzetip canlandırırdı üstelik hayallerinde.


O zamanlar daha çok minik sevimli nesnelere benzetir; daha basit, çocuksu duygularıyla derinleştirirdi hep.

Hayallerinin ötesindeydi şimdilerde ya da bir hayali var mıydı, onu da bilmiyordu Emin olduğu bir şey varsa o da olmak istediği yer, bu pencerenin önü değildi.

Kimsenin merhametine ihtiyaç duymayacak kadar güçlü, kendisine acıyacak kadar acizdi. Bazen elinde olanlara şükrediyor, çoğu zaman da sahip olamadıklarına hayıflanıyordu. Kimilerinin adını dengesiz bir ruh hali olarak ortaya koyduğu düşüncelerini severdi...

Bir öyle bir böyle olmak terazinin iki kefesiydi onun için... Akla, mantığa uymayan özgür düşüncelerini yüreğinde hisseder, üzerine kocaman bir kilit astığı o büyük kapıyı açamazdı.

Ne denli korkaktı biliyordu. Kendisini iyi tanıyor, her şeye rağmen kendi sesine sağır oluyordu. Bazen de görmek istediği kadar kör...

Sonsuz karanlıkta inadına bir o kadar parlak ayın güzelliğine bakarken Nazım’ın sözleri geldi aklına. Kendi sesini duymakta bile güçlük çekeceği bir ses tonuyla, usulca fısıldadı karanlığa.

“Umut adına martı oldum ben, denizim yok, uçsuzum, bucaksızım, yok ama ben martıyım.” dedi.