içine kapanık günlerin gürültüsünü, kabartma desenli battaniyemin altında ıslık gibi bir uğultuya dönüştürmekle meşguldüm. anlatamazdım çünkü bizzat kendim anlamsızdım. ve anlamıyordum da zaten. annem bana ne az şey öğretmiş meğer diyordum hep. evimden dış dünyaya attığım adımlarımın hepsi tesadüfi olarak yerini bulmuştu sanki. kaldırım taşlarının araları büyüklü küçüklü boşluklarla doluydu. bu boşlukların bazıları taze tomurcuklar doğuruyor, bazılarıysa şehrin bütün isini kara bir deliğe eviriyordu. prangaya vurulmuş dudaklarım, bir de bu ruhsuz caddelerin karmaşasının ağırlığını taşıyabilecek durumda değildi. bilseydim kurtulacaktı aslında, insanlarla arasına iliştirdiği utangaç uçurumların nedenini. bilmeye çabalamaya bile yeni başlamıştım oysa. varoluşumun çekingen kımıldanışları, salınıp durmuşlardı öylece, çoğu zaman. fark etmemiştim. tedirginliğim solum'um olmuştu. suya muhtaç eriyip durmuştum, kubbeden cam bir fanusun içinde. çıkmak için fanusumdan, tazecik dallarımı merdiven belledim, yenilerde. ve fanusumdan çıkmaya değecek tek şey, tekrarlanmaktan aşınmış sözcükleri gerekli bir zaman atadığımız gerekli bir mekanda sarf edip en sonunda da tatmin ol-muş gibi yapmaya çalışmak olamazdı. çıkacaksam gün yüzüne; tüm hakkını verenlere, tüm sürgünlere, tüm hapislere, tüm cesurlara ve tüm aşıklara verilmiş devasa pasta diliminden, doğduğu günü kutlamayı yeni hatırlamış gibi çatal almaya hazır hissetmeliydi ruhum. en azından bir yerinden başlamaya. 19.5'uğundan. tamamlanmamışlık ve bunun altında uzayıp giden karanlık bir apartman boşluğu vardı gözlerimin kurak çukurlarında. yanıltma, yönlendirme, dayatma, suçlama, inandırma. yarı açık penceremden süzülmesine izin verilenlerden sadece birkaçı. neye koysam yarım, hangi duvara poster diye yapıştırsam yırtık, hangi dolaba kazak diye tıkıştırsam kırışık, limon diye sıksam bitik, çay diye doldursam demsiz, sigara diye yaksam tütünden yoksundu bu kelimelerin hepsi. evin içinde annemden izinsiz top oynayan çocukluğumun karşısında yalvarır ve korku dolu gözlerle kırılmayı bekleyen antika bir vazoydum ben. yaşamayı çok seven ve hatta bu yüzden antikaya düşmüş, ama içten içe çürük. çürüğüne dönük bir nevi. bir tarafım tüm dünyanın kederini birkaç yüz yıl boyunca ağlayıp durdurulması imkansız bir sele neden olmak istiyor, bir tarafımsa koca bir hoparlör bağlamak zihinlere. aynı dünyanın farklı zihinlerine. hepsi için yorgun, hiçbiri için istekli değildim aslen. dudak kıvrımlarımla ve yüzümün simetrisiyle daha çok ilgileniyordum. öğütlere meydan okuduğum zamanlarda kendimi ideal gençlik kategorisinde bayrak sallayan bir lider ilan ediyordum. bir yarış vardı. mimarı bendim, kazananı ve kaybedeni de. evimin balkonundaysa hem bir ödül hem bir ceza olarak, rengarenk çamaşır ipleri sergilerlerdi kendilerini, tüm sokak sakinlerine. kafiyeli renklere özellikle özen gösterilmiş, gökkuşağının hiçbir üyesine haksızlık edilmemişti. zaten gökkuşağı çıkınca hemen içeri giriverirdi bu çamaşır ipleri. geçmiş nesillerin düzgün saygısından edinilmiş, belli belirsiz yanıp sönen görgü kalıntıları. tam dört sepet çamaşır hayatlarına son verdikten sonra tekrar başlamak için bugünü bulmuşlardı. sözleşmişler gibi. dur durak bilmeksizin dönüp duran çamaşır makinesinin başından uzun bir süre ayrılamadım, kurutma aşamasında usul usul yavaşlayana dek. mandallar bir işe yarayacak olmanın yaramaz muzırlığından neredeyse elimden fırlayacaklar. hâlâ kendi kendilerine tuhaflanıyorlar. fakat ben, ne yazık ki, siyahlarla beyazları tüm düşmanlık bahsine nipset yaparcasına, salt barış yanlılığımdan, birlikte yıkamışım. anlatamazdım. çünkü ben, sayfalarca beyaz hayallerimi, kuşluk vakti çitileyip bırakmıştım boyası dökülmüş solgun bir duvara. ve hepsini romantik bir sarıya dönüştürme niyetimden, hep öğleden sonra toplamıştım ipten.