Saatin sesi yeniden canımı sıkmaya başladı. Tüm perdeleri çekip bütün yorganları üstüme almak istiyorum. Belki ben de dünyayı görmezden gelirsem mutlu olabilirim. İnsanlar öyle yapıyorlar. Yok sayıyorlar. Demek ki yaşamanın doğrusu böyle.

 

Sahi, yaşamanın doğrusu olur mu? Dümdüz yaşarsın. Öyle değil midir? Yaşamı da bir çizgiye sokmamız gerekiyor yani, öyle mi?


Çok garip.

  

Peki, ölüm? Nasıl öleceğiz ey insan soyu? Her şeye çözümünüz vardır. Bunu da söyleyiverin bari. Ölürken ne söylemeli? Mesela bir şiirle bitirsem hayatımı, bir türkü tuttursam son nefesimle. Çok güzel olurdu. Sizin istediğiniz gibi yeterince iyi bir ölüm olmazdı, kabul. 


Fakat ölümümü size vermeyeceğim. Son hamlemi, sizin cümlelerinizi ve normlarınızı ezerek yapacağım. Son olduğu için ne dediğiniz de bir anlam ifade etmeyecek zaten. Hem bu hamlemin ardından siz konuşurken, ben ruhumu bambaşka bir yerde dinlendiriyor olacağım. 


Belki giderken size gülerim. Alaycı bir gülüş. Fakat son gülüşüm vurucu olmalı. O gülüşle anılmalıyım. Oysa siz, ölüm kelimesiyle bile dehşete kapılmış bir yüz çizmiştiniz ölenlere. Yine güldüm. Kusuruma bakın. Sizi ağlatan beni güldürüyor. 


Ne çok ölümden bahsediyorum değil mi? Kesin yaşantımdan memnun değilimdir. Üzgün de değilim ama hadi kibarlık olsun; üzgünüm, bilemediniz. Aksinize yaşamımı anlamlandırıyorum. Adımlarımın ölümle yaptığı anlaşma, hayatıma heyecan katıyor. Böylece her yaptığım işte, ölümün ihtişamlı imzasını taşıyorum. 


Ettiğim kelamlar da bazı bazı dokunuyor normlarınıza, biliyorum. Zaten tam da bu yüzden ağız tadıyla yaşayamıyoruz ya. Siz ve keskin çizgileriniz...


Sözün özü, yaşamını sizin normlarınıza kaptırmış herkes için yaşayacağım. Yaşamı, ölümle koynumda taşıyacağım.