17 Aralık 2020. Saat gece 01.33

Nereden aklıma geldi, bilmiyorum. Babam hakkında bir şeyler yazmak istedim bu gece. Babam 1967 Malatya doğumlu. İki yaşındayken ailecek İstanbul’a taşınıp ilkokulu bitirdikten sonra işe girip kırk bir senedir çalışmış ve hâlâ da çalışmakta olan bir adam. Belki de bu yüzden yazmak istedim. Elli üç yaşında, emekli, hayatı boyunca tek amacı ailesine bakmak, kimseye muhtaç olmamak olan ve hâlâ sorumluluklarından kurtulamamış, günümüz siyasetçilerinin “çift dikiş” dedikleri, çalışmak zorunda bırakılan işçilerden birisidir. Babamın mesleği terziliktir. Üzerinde iplik parçaları eksik olmayan, eski model arabalarına son modelmiş gibi davranan, Fenerbahçe’yi çok seven, genellikle türkü dinleyen bir adamdır kendisi.

Babam akşamları eve geldiğinde önce elindeki ekmeği alır, sonra uzun uzun bakarım ona acaba bu gün ne kadar yoruldu diye. Sonra onun elli üç yılın verdiği bütün yorgunluğu koltuğa bırakışını izlerim. Tükenmişliği, hep aynı şeylerin yaşandığı, sürekli bir mücadelenin içinde kayboluşunu izlerim. Vakit ilerledikçe, o kıymetli koltuk babamın yorgunluğunu aldıkça babamın yüzünde bir gülümseme oluşur. Anlarım ki az da olsa günün yorgunluğunu atmış, biraz olsun her şeyi unutmuş olur. Bu sayede ben de derin bir nefes alır, rahatlarım. Aynı gülümseme bende de oluşur.

Sabah kalkıp kahvaltı yapmak için masaya oturduğumuzda ben babama bakmaya devam ederim. Babamın siyah zeytinle arasındaki mesele ilgimi çeker.

”Acaba babam siyah zeytini niye bu kadar çok seviyor?” diye içimden kendime sorular sorup merak ederim. Babam kahvaltısını bitirip işe gittiğinde derin bir nefes alır “Keşke böyle olmasaydı.” derim.

Babam elli dört yaşında, hâlâ çalışmakta. Ben ise yirmi dört yaşında, umutsuzca yazmaktayım.