Sana yetiştim. Bu da bizi yaşıt yapar. Artık rahatça konuşabiliriz.


Beş yıldır kanser tedavisi gören babamı kaybettiğimde on iki yaşındaydım. Babalar Günü'nden kısa bir süre önceydi.


8 Haziran Perşembe akşamıydı. Mevsime göre serin bir akşam…

Herkes bizde toplanmıştı. Babam neredeyse tüm gün boyunca gözlerini açmamıştı. Su içmek için her uyandığında saati sorduğunu söylediler. “Günlerden ne?” diye de eklemiş. “perşembe” demişler. “cuma...” demiş ve sözünü tamamlayamadan tekrar uykuya dalmış. Annem, babamın o hafta boyunca arada sırada “Cuma olmadı mı daha?” diye sorduğunu anlatmıştı yıllar sonra. 


“Niye hastanede değil de evde yatıyor?” sorum, derin bir suskunlukta kaybolup gitmişti o gün. Beni bahçeye yolladılar. Oturdum, yıldızlara baktım, dualar okudum. Sonra anneannemin alt kattaki evine girip televizyon izledim. Gelen gidenlerin merdivenlerdeki ayak seslerini işittim. 


Geç saat teyzem geldi. “Bizde kal bu gece.” dedi. Bitişikteki eve gittik birlikte. Salondaki sedire yatak hazırladılar. Dua ettim, yattım.

Gece yarısı bizim evden gelen gürültüyle uyandım. Anlaşılamayan konuşmalar, bağırtılar, yükselip alçalan sesler… Seslerin mahşeri! Boğuk sesler duvarları yıkıp salona girmek ve üzerime abanmak istiyordu sanki. Neredeyse emin olduğum bir şeyi bana iletmek…


Karanlıkta teyzemin salondan hayalet gibi geçip evden çıktığını gördüm. Pikeyi burnuma kadar çekmiştim. Bekledim, bekledim, bekledim. Salondan rüzgâr gibi geçen hayalet bir süre sonra ağır ağır içeri girdi, salınarak önümden geçti ve çıktığı odaya girip kayboldu. Ağlamayla karışık fısıltılar işittim. Boğuk sesler bana fısıltı elçilerini göndermişti. Bilmediğim bir dilden konuşuyorlardı.


“Sanırım babam kötüleşti, hastaneye kaldırdılar.” diyerek içimde kuşkunun kıpırdaşan kurtçuklarını dinlemeden uyudum. Zorla. Başka çarem yoktu.


Sabah annemin gelişiyle uyandım. Savaştan çıkmış gibiydi. Gözleri fersiz, gözleri kan deryası, gözleri başka türlü. Yabancısı olduğum bir ifadeyle bana baktı, “Babamızı kaybettik.” dedi. Dün geceden beri oynadığım kendimi kandırma oyunu bitmişti. Sarıldık ve ağladık. Ne kadar süre orada öylece kaldık, bilmiyorum. 


* * *


Babasızlığın en derin yarası güvensizliktir. Güvenmezsiniz. Çok kuşkucu olursunuz. Asla risk almazsınız, en garanti yolu seçersiniz. En basit şeyi bile uzun uzadıya inceler, irdeler, sorgularsınız. Çok zor ikna olursunuz. O iknada bile kuşkunun tozu kalır. Felaket beklentisi içinde olursunuz. Hep kötü bir şeyler olacakmış gibi gelir. Karar almak eziyettir. Küçücük şeylerde bile ikilem yaşarsınız. Tereddüdün vücut bulmuş hâlisinizdir artık. Ve hastalık hastası…


Sizi bir yerlere çekmek isterler, siz ortadan ikiye bölünürsünüz. Bir tarafınız gitmek ister, bir tarafınız kalmak. Bazen gidersiniz bin bir kuşkuyla, bazen kalırsınız bin bir pişmanlıkla. Her şartta eksik bir mutluluk yaşarsınız. Aklınızın ve kalbinizin yolları kesişmez. 


Varoluşunuz ikiye bölünür. Bir yanınız yaşam, diğeri ölümdür. Bir yanınız sıcak, yakın, aydınlık, dışadönük, mizahi, eğlenceli ve güleçse diğeri karanlık, karamsar, melankolik, yalnız, uyumsuz, soğuk ve uzaktır. Bir yanınız insanlara koşmak ve onlarla kucaklaşmak ister, diğer yanınız sataşmak ve kavga etmek. Bir yanınız doyasıya yaşamak ister, diğeri ölüp yok olmak!


İkisinden birini tercih etmek yarım olmak demektir. Yin Yang gibi ikisi birbirini bütünler. Biri olmadan diğeri olmaz. İkisinin de içinde diğerinden bir şeyler vardır. Dahası, herhangi birini tercih edip diğerini kovma olanağınız yoktur zaten. Asla uzlaşamayan ama iktidar olabilmek için koalisyon kurmak zorunda kalmış karşıt görüşlü iki siyasi parti gibidirler. Birbirlerine asgari düzeyde saygı duyarlar. Biri diğerinin alanına müdahale etmediği sürece de sorun yaşanmaz. Dengeyi bozmamaya gayret ederler. 


Ve tüm bunları anlamak, kabullenmek, sözcüklere dökmek yıllarınızı alır; birilerine anlatmak ve seni anlamalarını sağlamak da. Neden çocuk sahibi olmaktan özenle uzak durduğunuzu anlatabilmek ise bazen bir ömür alır.


* * *


Babamın ölümünden sonra okula gideceğim ilk gün, sınıftaki tanışma merasiminde ne diyeceğimi düşünmüştüm uzun uzun. Öğretmenler ilk derste kendilerini tanıtırlar, sonra sırayla öğrencilerden ad ve soyadlarını, anne ve baba mesleklerini söylemelerini isterlerdi.


İlk gün… Çocuklar sırayla ayağa kalkıp kendilerini tanıtıyorlardı. Sıra bana yaklaştıkça geriliyordum. Yüzüm ateş içindeydi, ellerim terliyor, parmak uçlarıma yıldırımlar düşüyordu. “Benim gibi olan biri yok mu? Benden önce konuşsa da onu taklit etsem!” diye yalvarıyordum içimden. 


Sıra bana geldi, ayağa kalktım, adımı soyadımı söyledim. Sesim başkasının sesiydi sanki. Yabancı, uzak, ürkek, kaçak… Yutkundum. “Babam…” dedim, “vefat etti.” 


Vefat etti. “Öldü!” demek ağır geldiğinden midir nedir, kökeni hakkında pek bilgi sahibi olunmayan “vefat” sözcüğü yeğlenir genelde. Ölmek sözcüğü en acı çağrışımları anında canlandırır çünkü. Ana dile ait bir sözcük olduğundan anlamı çok daha geniştir. “Ölüm” keskin bir kılıçtır, “vefat” ise onun körelmişi.


Görevim bitti, yerime oturdum. Soluğumu sertçe dışarı bıraktım. Fırtına geçmişti bir dahaki tanışma merasimine kadar. Yıllar geçse de her seferinde aynı ezikliği hissettim. Yıllar geçse de etkisi azalmadı, başa çıkmayı öğrendim sadece.


* * *


Bunları yazarken Teoman’ın şarkısındaki gibi babamın öldüğü yaştayım. Ölenler öldükleri yaşta kalırlar. Biz onlara yetişiriz, bazen de onları geçeriz. Ben babama yetiştim. Bu da bizi yaşıt yapar. Artık rahatça konuşabiliriz. 


Merhaba baba! Uzun zaman… Günün kutlu olsun. Ben mi? Hayır, ben baba değilim. Olmayacağım. Nedenini tahmin edersin. Neyse…

Bu konularla zamanımızı harcamayalım. Anlatılacak çok şey var.