Kendine geldiğinde bir tapınağın ortasında yüzüstü yatıyordu. Zeminin yakıcı sıcaklığını yüzünde hissedince ayağa kalktı. Tabanları kızgın bir kumsalda yürüyormuş gibi yanıyordu. Hırpalanmıştı ve dumanlar içerisindeydi, etrafına bakındı ama hiçbir şey göremiyordu.

Tapınağın içerisinde yankılanan seslere odaklandığında derin bir endişe kapladı içini. Azap dolu haykırışlar duyuyordu uzaklardan gelen. Çoğunlukla sanki kadın ve çocuk seslerini andırıyordu. Sanki bir avuç masum insanı fokurdayan bir kazana atmışlar, kepçeyle karıştırıyorlarmış gibiydi.

Etrafını saran dumanı dağıtmaya çalışırken her bir elinde 8 parmak olduğunu fark etti. Üzerindeki zırha, yerdeki kılıç ve kalkanına baktı şaşkınlıkla. Tapınaktan çıkmak istiyordu. Derhal dışarı çıkıp seslerin kaynağına doğru yol almak istiyordu.

Duman birdenbire hızla inceleyerek saydamlaştı. Çıkışı görür görmez hızla koşmaya başladı. Küçük bir tepenin üzerinde bulunan tapınaktan dışarıya adım atar atmaz gördüğü manzara karşısında dehşete düştü ve dizlerinin üzerine çöküverdi. Koca bir köy yanıp kül olmuştu. Bazı evler hala yanmaya devam ederken gökyüzü kızıla boyanmış, havaya yanık et kokusu hakim olmuştu.

Başka bir gezegende gibi hissetmeye başladı kendini. Başka bir zaman diliminden biri gibi çaresizce izliyordu küle dönen köyü. Bir an içinden bir ses, "Ne yaptım ben?" dedi. Bir şekilde bu felaketin kaynağı olduğunu, tüm bunlara kendisinin sebep olduğunu hissetti derinden. Kendisini suçladı, kendisine kızdı. Bütün o çığlıkları ve ızdırap dolu haykırışları duymaya artık dayanamıyordu.

Zırhını çıkarıp bir kenara attıktan sonra avuçları toprağa yapıştırıp ağlamaya başladı. Yanık et kokusu zihnini iyice bulandırıyordu. Tapınağa çıkan patika yolun üzerindeki kararmış cesetler sanki son bir çabayla sürünerek tapınağa ulaşmaya çalışmışlardı ve başarısız olmuşlardı.

Hayatta kalabildiğine öfkelenmişti. Birdenbire duyduğu çığlıkları bastıran kahkaha sesi duyuldu köyün üzerinde. Kafasını kaldırıp köyün üzerini kaplayan dumana baktı. Silkelenip zırhını tekrar kuşandı ve köyde yaşam belirtisi aramak üzere hareketlendi. Kül olmuş insan kalıntılarıyla dolu patika yola girdiğinde sırtına saplanan okun şiddetli acısıyla buz kesti.

Gözlerini açtığında sadece karanlık vardı. Bir süre kırpmadan öylece baktı karanlığın içine. Odasında olduğunu, yatağında yattığını, rüya gördüğünü fark ediyordu yavaş yavaş. Sıkışan nefesi normale dönüyor, etrafındaki nesneler gittikçe belirginleşiyor, göz bebekleri karanlığa adapte oluyordu. Doğrulup yatağının kenarına oturduğunda ayağıyla yerdeki düğmeye bastı ve duvarın köşesindeki üzeri kuru kafalı bandana ile örtülmüş lamba açıldı.

Gördüğü rüya tekrara sarmıştı kafasının içinde. Engel olmaya çalışıyor, saçlarını çekiştiriyor, dudağındaki piercingle oynuyordu. Gördüğü diğer gerçekçi rüyalar gibi birkaç saat içerisinde bunu da tamamen unutacağını söylüyordu kendine.

Telefonuna ulaşıp saatin 23.53 olduğunu görür görmez oturduğu yerden fırladı ve giyinmeye başladı. Telefonunda 6 cevapsız arama vardı. Odasından çıkıp kapısını kilitledi. Ablası İrem mutfağın girişine yaslanmış, cin tonik dolu bir bardağı yudumlarken onun bu telaşlı halini sorguluyordu.

İskender arkasına döndüğünde ablası sanki hiç orada değilmişçesine ayakkabılarını giymeye koyuldu. İrem gıcık bir ses tonuyla: "Araba bana lazım." dedi.

"Merak etme, yürüyeceğim."

"İyi... Zaten sürmeyi beceremiyorsun."

İskender'in vakti olsa belki ağzının payını verebilirdi ama maalesef acele etmesi gerekiyordu. Sadece kısa bir süreliğine duraksadı ve ablasına zoraki tebessüm etti. Ona göre bu kadarı gayet yeterliydi.

Hızlıca merdivenlerden indi ve ıssız bir kaldırıma adım attı. Beş dakika içerisinde Bahçelievler Devlet Hastanesi'ne vardığında hala iki dakikası vardı. Sigara yakmak istedi ama hemen vazgeçti bundan; duman çıkarıp dikkat çekmek istemiyordu. Saat tam 00:00 olduğunda Rana üçüncü kattaki pencerelerden birinde belirdi.

"Dikkat et tamam mı?"

"Tamam da kameralar?"

"Kimsenin sikinde değil, fırlat!"

İskender tek atışta rahatlıkla Rana'nın avuçlarına teslim etti özenle sardığı 10lü esrar paketini. Rana karşılık olarak hemşire arkadaşlarından toparladığı lastiklenmiş bir deste para fırlattı.

Bahçelievler'den Soğanlı'ya kadar yürümesi gerekiyordu ve sık kullandığı bir rota vardı. Aynı güzergahtan gitmeyi düşünüyordu. Yol boyunca belirli aralıklarla duraksayıp sokak köpeklerine çantasındaki mamalardan verdi. Bazı noktalarda mama kaplarını doldurup, köpeklerin başını okşadı ve onlarla oynadı. Sadece bir hayvan severdi mobeselerin gözünde. En azından kendisini bu şekilde rahatlatmaya çalışıyordu.

Temkinli bir şekilde Mucize Sokak'a kadar geldi. Az bir mesafe kalmıştı artık. Ritmini düşürüp biraz nefeslendiği an yanından geçen arabanın içindeki kertenkelelerin bakışlarıyla İskender'in paranoyaklığı tetiklendi.

Telefonunu çıkarıp Milton'u aradı: "Yakındayım ama kuyruğum olabilir."

"Nerdesin tam olarak?"

"Mucize."

"Gelmişsin, kuyruk nerede tam olarak, araba markası? Rengi falan? Bana bak, riskli olur şimdi buraya gelmen, dolaş biraz."

"Kırmızı Mazda 323, halledeceğim, sen rahat ol."

Kertenkeleler İskender'i takip etmeye karar vermişlerdi ama direksiyon başındaki kafası dumanlı ahmak, kendisine verilen hakaretlerle süslenmiş talimatı yanlış anlayıp beklenmedik bir dönüş yapınca İskender'in izini sürmeleri zorlaştı. Birbirlerine küfürler yağdırırken İskender atik davranarak Alpay Caddesi üzerindeki apartmana kendini atmayı başarmıştı.

Kapıyı Milton'un göz bebeği Helen açtı.

"Ne haber?"

"İyi..."

İskender salona girdiğinde Milton elindeki tabancayla perdenin kenarına tünemiş, caddeden geçen arabaları izliyordu. Duvardaki plazma televizyonda Aleister Crowley hakkında bir belgesel açıktı. İskender köşedeki Macbook'a uzanıp videoyu durdurdu ve kendisini büyük bir rahatlamayla koltuğa bıraktı.

"Temiz, sakin ol,"

"Eminsin değil mi?"

"Eminim, geç otur şuraya, bak Helen'i de korkutmuşsun yine."

"Evet, gerçekten sağ ol İskender, bir saattir diken üstündeyiz, iyice daraldım, sonra kızıyor malını saklayınca, bence böyle işleriniz varken ayık olun, ben diyorum, bir salaklık yapıp bok edersiniz her şeyi."

"Mazda geçti!"

"Tamam işte, sıkıntı yok, bebeler turluyor, bırak şu silahı çılgın."

Madde etkisindeki Milton'un gözleri bir garip bakıyordu. Kendisini koltuğa bırakır bırakmaz oturduğu yerden sekerek önündeki masaya yumuldu ve çubuğuna bir parça kristal yerleştirip ateşledikten sonra arkasına yaslandı: "Helen haklı, o yüzden bu gece teslimat sende, içimde çok çok kötü bir his var dostum."

"Acaba neden?! Dur deyince de kızıyorsun, silah bile salladı suratıma ya!"

"Ney!"

"Evet! Yanlışlıkla falan bir kas kasılması, ne bileyim parmağını bir oynatsa alnımın ortasında küçük bir delik açabilirdi."

"Gerzek herif."

"Özür diledim ama canım, barıştık, öpüştük, sikiştik, değil mi ama? Ötme boşuna."

"Her neyse, fazla zamanımız yok, çanta nerede?"

Milton oturduğu deri koltuğun arkasına uzanıp çantayı kaptığı gibi İskender'in kucağına fırlattı. Fermuarı açıp içine bakan İskender üç tuğla kokaini görünce tedirginliğini gizleyemedi.

"Şu özel bölme yaptığın çantalar vardı, onlar nerede?"

"Onlar gitti gitti, geri gelmedi, bir ara toplanmaları lazım, onu da sen yapacaksın."

"Güzel, çok güzel... Bu şekilde götüremem, başka bir yol düşünmeliyim."

"İyi, düşün, senin işin bu gece bu zaten,"

"Bu gece teslim etmek zorunda mıyız? Sabahın köründe daha güvenli teslim edebilirim?"

"Özel misafirleri varmış, özel misafir, sen özel misafir denince ne anlıyorsun? Ben ne anlıyorum biliyor musun, Suez kanalının ismini tersten okuyunca göklerin efendisi yıldırım tanrısı yüce babamızın ismini anmış oluyoruz. Eğer paket bu gece teslim edilmezse Zeus kanalında boğuluruz, işte bunu anlıyorum."

"Süveyş değil miydi o hayatım?"

"Değil! Süveyş'miş! Hayır yavrum! Süveyş sikko bir çeviri katliamından ibaret bir isim, tamam mı? Orijinali Suez... Suez! Hadi dilimize çevireceğiz diyelim, Türk Dil Kurumunda başkanız, en kötü Suvez olarak çevirmez miyiz!"

"İyi be tamam, Ciiizıs!"

Helen, sardığı sigarayı ateşleyip bir duman aldıktan sonra İskender'e uzattı. Hızlı bir fırt çeken İskender, teslimatı nasıl daha güvenli bir şekilde yapabileceği hakkında beyin fırtınası yapıyordu. Helen ayağa kalkıp Macbook'tan videoyu devam ettirdi ve bir süre pürdikkat izlediler.

Bir süre sonra İskender kendi kendine konuşuyormuşçasına: "Umarım kirli sepetiniz doludur..." dedi.

Milton bunu duyunca sanki hakarete uğramış gibi bir yüz ifadesine büründü. Kristaller onu delirtiyordu.

"Dolu dolu, leşlerle dolu kirli sepetim, görmek ister misin?"

"Helen?"

"Kirli sepeti mi? Offff, niye ki? Dur bir bakayım."

Helen oturduğu yerden isteksizce kalkıp banyoya yöneldi. İskenderi kül tablasındaki sigaradan bir fırt çekip: "Bu arada Kiev'li Olga'yı ayarladım, yarın akşam Mersin'e uçağı var ve malı götürecek." dedi.

"Birinin onu şöyle bir güzel götten sikmesi lazım, ancak o şekilde girer o malzeme Olga'nın koca götüne."

"Iyh, evet, o konuda haklısın."

"Ne yani, Suez Kanalı konusunda haksız mıyım amcık!"

İskender cebinden çıkardığı siyah latex eldivenleri ellerine geçirirken Milton hem sırıtıyor hem de kızgın bir şekilde sanki cevap bekliyordu. İskender banyoya gidip kirli sepetinden eline geçirdiği en pis kokan çamaşırları çantaya doldurmaya başladı. Helen omzunu duvara yaslamış bayık gözlerle izliyordu bu süreci. Çanta tıka basa dolunca birlikte salona döndüler. Milton iyice uçmuştu artık. Helen kucağına oturup Milton'a sarıldı.

"Bebeğim bu İskender beni her görüşmemizde şaşırtmayı başarıyor, bence ücretine bonus eklemelisin."

"Nedenmiş o?"

"Çantaya ne kadar pis çamaşır varsa doldurdu! Sağ olsun kuru temizlemeye verecek!"

İyice kafayı bulan çift gülüşerek öpüşmeye başladığında İskender yola çıkmaya hazırlanıyordu. Ayakkabılarını giymeden önce çorabından çıkardığı küçük pakete diliyle ıslattığı serçe parmağını hafifçe bandırdı ve diş etlerine sürdü.

Kocasinan Mezarlığına yürüyecekti. Zeus'un paketçisiyle mezarlığın oradaki benzin istasyonunda buluşacaktı. Evin kapısını kapattıktan sonra istavroz çıkarıp içinden küçük bir dua ederken apartmanın sensörlü ışığı söndü ve bir süre karanlıkta devam etti duasına...

Levent Kırca Parkına geldiğinde buradaki sokak hayvanlarına çantasından çıkardığı mamalardan verdi. Civardaki insanlar ona sempatiyle baktılar yanından yürüyüp geçerken. Böylece kendini daha iyi hissediyordu. Sokak hayvanlarını uzun zamandır bu şekilde beslediği için eğer bir bekçi veya polis memuru yolunu kesip ulu orta üzerini aramak isterse sıradan bir vatandaş rahatlıkla araya girebilir, "Durun memur bey! Bu adam sokak köpeklerini besliyor, hep görüyorum, ona böyle davranamazsınız!" diyebilirdi ona kalsa. Ayrıca mobeselerin gözünde aylak aylak gezen şüpheli bir serseriden çok yardımsever bir genç olarak göründüğü için polis veya bekçi tarafından durdurulması ihtimali de fazlasıyla düşüktü.

Anayol üzerinden yürümek yerine ara sokakları tercih ediyordu. Telefonundan konumuna baktı, benzin istasyonuna çıkan ana caddeye neredeyse varmak üzereydi. Bir binanın köşesinden döner dönmez karşıdan bir polis aracının geldiğini gördü. Kulaklıkta telefonla konuşuyormuş gibi yapıyor, gündelik dilde bir şeyler söylüyordu. Polis aracı yaklaştıkça kalbi daha hızlı atmaya başlıyordu.

En korktuğu şey başına gelmek üzereydi. Polis kaldırıma yanaşarak tam yanında durdu ve camını indirdi:

"İyi akşamlar genç,"

"İyi akşamlar,"

"Nereye böyle, çantayı sırtlamışsın?"

"Bir arkadaşa geçiyorum."

"Hayırdır?"

"Ya geçen hafta benim çamaşır makinesi bozuldu da, kirliler birikti, baktım yarın giymeye bir şeyim kalmamış, gece gece yola düştüm, onları yıkatacağım arkadaşta,"

Çantaya gözlerini diken polisler x-ray görüş yetenekleri varmışçasına tarama yapıyorlardı çanta üzerinde. İskender çantayı cama yaklaştırıp fermuarı yarıladı. Dışarı taşan kirli boxer ve tişörtleri gören polislerin yüzü ekşidi: "Tamam tamam, hadi devam et genç, dikkat et kendine."

"Siz de dikkat edin, iyi nöbetler,"

"Hadi..."

Polis arabası köşeyi dönüp gözden kaybolduğunda İskender hemen yanındaki apartmanın girişine attı kendini. Kalp atışlarını dinliyor, nefes egzersizi yapıyordu. Yoğun adrenalin hücumuna maruz kalmıştı ve polisi kıvrak zekasıyla atlattığı için kendisiyle gurur duyuyordu.

Yola koyulup hızlı adımlarla benzin istasyonuna vardı. Şansına pompalarda fazla araç yoktu ve etraf sakindi. 2 numaralı pompada yaşlı bir adam lüks aracında oturuyordu. Marketin önüne park edilmiş aracın sahibi ise içerde kasiyerle konuşuyordu. İki pompacı ofisin olduğu köşede dikilmiş sohbet ediyor, benzinliğin yan tarafına park etmiş Fransa plakalı Volvo'nun içindeki kızı kesiyorlardı. Çevrede park halinde fazla araç vardı ve hepsinin içerisinde illaki birileri oturuyordu. İskender'e lazım olan beyaz bir Maserati'ydi ama hiçbir yerde göremiyordu.

Benzinliğin diğer tarafına yürürken Volvo'lu kız arabasını çalıştırdı ve İskender'in ayaklarının dibinde frenledi: "Atla."

"Pardon?"

"Zeus?"

İskender arabaya biner binmez kız camdan kolunu çıkarıp pompacılara orta parmak gösterdi ve gazı kökleyip tekerleri yakarak arkasında siyah bir duman bıraktı. Mezarlığın oradan dönüp Yenibosna'ya yöneldiler. Arabada yüksek volüm Ziak - Fixette çalıyordu. İskender ayaklarının arasındaki çantadan tuğlaları çıkarmaya çalışırken kız göz ucuyla onu izliyordu. Kokuyu fark edince bertaraf etmesi için klimayı ayarladı.

"Kusura bakma."

"Önemli değil, iyi düşünmüşsün, arka koltuktaki çantaya koyabilirsin çıkardıklarını."

Dolambaçlı yollarda tehlikeli bir şekilde hızlı gidiyordu kız. Şarkıya hafiften kafa sallayarak eşlik ediyorlardı. İskender son dakika golü yemek istemiyordu. Gece kötü bitmemeliydi. Bir anlığına kızın büyüsünden çıkıp evhamlandı.

"Bahçelievler Devlet Hastanesine yakın bir yerlerde inerim ben."

"Olur."

"Bu arada adım İskender."

"Biliyorum... Beyza ben, ama hanım olan Beyza."

Bir zamanlar İstanbul'da kokaine Beyza Hanım deniyordu. İskender kızın gerçek ismini verip vermediğini net olarak anlayamamıştı. Arabayı neden böyle sürdüğünü ise anlayabiliyordu. Kendini aptal gibi hissetmemek için gerçek ismini sormaktan çekindi. Bu alemdeki herkes gibi muhtemelen kız da lakabını vermişti.

Camdan dışarıyı izlerken gülümsüyordu. Beyza, çalan şarkılara hafifçe kafasını sallayarak eşlik ederken sık sık dikiz aynasından kuyruk olan var mı diye kontrol edip duruyordu. Araba sürmekten aşırı keyif alıyormuş gibi görünüyordu ve bu hali İskender'in hoşuna gitmişti. Makyajını yaşını büyük gösterebilecek tonlarda yapmış olmasına rağmen çocuksu görünüyordu. Düz ve siyah saçları peruk bile olabilir diye düşündü İskender.

Derin düşüncelere dalmıştı iyice. Eski sevgilisini hatırlatan Beyza'dan etkilenmişti. Mahmutbey Caddesi'nde arabadan indi. Herhangi bir şekilde veda cümlesi kurmadılar birbirlerine. Beyza arabayı durdurur durdurmaz İskender kapıyı açtı ve indi. Beyza o tarafın camını indirdi fakat İskender arkasına bakmadan yolun karşısına geçti ve gözden kayboldu.

Hastanenin karşısındaki tostçuya oturduğunda siparişini biraz geç verdi. Bir süre durup düşündü, bir şişe suyu tek dikişte bitirip Milton'a mesaj attı. Tostunu afiyetle yedikten sonra internet bankacılığından hesabına yatan parayı kontrol ettiğinde gördüğü rakam fazlasıyla hoşuna gitti...