Bomboş bir odanın tam ortasındaydı. Pencerelerin tahtalarla çivilenerek kapatılmış olması kendisini bir yaratık gibi hissettirmişti ona. Gözü kapıdaydı, bu hiçlikten kurtulmak istiyordu. Kendisini yırtıcı bir hayvan gibi kafeslenmiş hissediyordu. Işık hızında duyguları değişiyor, birden korkudan ağlayacak gibi olup, birden kahkaha atıyordu. Kaotik içsel çöküntülerinin pençesine düşmüşken kapının diger tarafından yerde seken bir top sesi duyuldu. Uzunca bir koridor canlandı gözünde, adeta birkaç saniyeliğine kapının arkasını görebilmişti. Seken top bir süredir endişeyle gözünü diktiği tahta kapıya gümledi ve bomboş odanın içinde boğuk bir yankıya sebep oldu. Gittikçe yakınlaşan gülüşme seslerine karışıyordu bu yankı. Çocuk sesleriydi bunlar. Toplarının peşine düşmüş çocukların sesiydi. Ağır adımlarla kapıya yöneldi ve kolu çevirir çevirmez kapı yok oldu. Karşısındaki iki çocuktan biri kendi küçüklüğü, diğeri ise kardeşinin küçüklüğüydü. Kendi küçüklüğü çekingen görünüyordu, kardeşinin küçüklüğü ise kötü bakıyordu: "Beni omzuna al!"

Kardeşi bu şekilde birdenbire bağırınca kendi küçüklüğü korktu ve suratını asıp kardeşinin arkasına saklandı. "Beni omzuna al! Beni omzuna al! Beni omzuna al!"

Karşılarında bir dev gibi duruyordu Helen. Kardeşinin sesindeki distorsiyon benzeri bozukluk onu ne kadar ürkütse de dediğini yapmamakta kararlıydı. Tepkisiz kalınca küçük kardeşi paçalarından tırmanarak omzuna kadar çıktı ve bacaklarını sarkıtıp ensesine oturdu. Helen donup kalmıştı. Kardeşi parmağıyla koridorun ucundaki kapıyı işaret ediyordu: "Hadi yürü şimdi sürtük!"

Ürkek birkaç adım attı önce Helen, ardından yöneldiği kapı aniden yumruklanınca durdu. Korku içerisindeki küçüklüğü endişeli gözlerle ayaklarının dibinden ona bakıyordu. Ölüm sessizliğinin ardından daha şiddetli inen ikinci yumruk zemini titretti.

Helen cesaretini toplayıp korkusuzca kapıyı açtığında karşısında ayakta durmakta zorlanan bir sarhoş vardı. Karşılaştığı bu manzara sonrasında büyük bir ferahlama hissetti. Adam zararsız birine, bir budalaya benziyordu. Sarhoşun arkasındaki açık kapıyı da fark edince kapı komşusu olduklarını düşündü.

"Buyrun?"

"Merabalar küçük hanım, aynanız var mı?" Sarhoşun elindeki devasa bira bardağı boştu ve üstü başı paspal bir haldeydi. Boştaki elinin parmaklarının arasında altın bir madeni para tutuyordu.

"Anlamadım?"

"Yardımın gerek,"

Boş bardakla arkasındaki açık kapıyı işaret ederek, "Evime hırsız girmiş."

"Bir şey almış mı?"

"Sen hırsız mısın?"

"Ney?"

"Sen bi hırsızsın,"

"Saçmalama ben hırsız falan değilim, seni de tanımıyorum."

"Çocuklarımı çalıyosun!"

"Neyy?!"

"Eveeeet, çocuklarımı çalıyosun!"

Helen gözlerini derin bir nefes eşliğinde makineli tüfek gibi atan kalbinin zorlamasıyla açtı. Son anlarda sarhoş üzerine atılarak boğazına yapışmıştı. Uyandığına ve bütün bunların bir rüyadan ibaret olduğuna sevindi ve kendisini bir süre tavana bakarak içsel telkinle rahatlatmaya çalıştı. Ahizede asılı siyah bir sütyen vardı. Kontrol edince kendisinin olduğunu farketti. Darmadağın olmuş salonun duvarlarındaki şarap ve envai çeşit sıvı izlerine bakakaldı bir süre anlamsızca. Yanındaki koltukta Milton uyuyordu. Odanın diğer ucundaki koltukta uyuyan çifte, salonun zemininde birbirine sarılarak uyuyakalmış müptezel gotiklere, yaşlı bir adamın kollarının altında uyuyan yırtık fileli eskortlara ve duvara sırtını yaslamış uyurken tişörtüne kusmuş bir çocuğa bakarken zeminde adımları için uygun alanları yokluyordu aslında. Küçük bir uğraştan sonra parmak ucunda attı kendisini odadan dışarı.

Yatak odasının kilitli kapısını açmak için hamle yaptığında vücudunu kapıya çarptı. Sersemlemişti. Kapıyı dün gece kilitlediğini hatırlıyordu ama anahtarı nereye koyduğunu hatırlayamıyordu. Klozete oturup anahtarın yerini düşünmeye başladı. Elini çenesine koymuş, dikkatle hafızasını yoklarken çişini yapıyordu. Kalkıp sifona bastı. Aynadaki görüntüsüne bakarken mimiksizdi. Sifonun gürültüsünü dinledi bir süre... Biter bitmez rezervuar kapağını kaldırdı ve anahtar dibe vurmuş bir halde karşısındaydı.

Yatak odasına girip kapıyı kilitledi ve hızlıca soyunup çıplak bir şekilde yatağa sırt üstü uzandı. Telefonundan müzik açıp bir sigara yaktığında kederlendi. Az bir zaman sonra bu evden çıkıp babasının yanına gitmeliydi. Babasını sevmiyor değildi, fakat prensipleriyle başı beladaydı. Her ay belirli günlerde görüşmeleri gerekiyordu ve bazı zamanlar bu görüşmelerde çok can sıkıcı şeyler yaşanabiliyordu. Çantasını yatağın üzerine döküp makyaj malzemelerini ayıkladı ve aynanın karşısına geçip hafif dokunuşlarla akşamdan kalmalığını gizleyecek bir makyaj yaptı. Dolapta temiz kıyafet bulmak zordu. Fazlasıyla dağınık haldeydi yatak odası. Giyebileceği bir kaç parça bir şey bulduğunda babasının yine giyim tarzını eleştireceğinden adı gibi emindi. Fakat bu hiç ama hiç umrunda değildi.

Kendini hazır hissettiğinde odadan çıkıp kapıyı kilitledi ve anahtarı sifonun içine attı. Mutfaktan çok kısık bir müzik sesi geliyordu. Kapının önüne geldiğinde duraksadı. Gördüğü manzara geçmişten bir kesiti gömüldüğü mezarından çıkarmıştı. Helen'i kapıda görünce bluzunun koluyla gözlerini silen Gizem zoraki bir tebessüm takındı. Judy Garland'ın Over the Rainbow parçasını dinleyerek sessizce ağlıyordu. Helen bir süre durdu öylece, sadece baktı. Judy Garland'ın mutfakta cılız bir yankıya sebep olan sesinden çok etkilenmişti. Çocukluğundan bazı kesitleri anımsatmıştı ona, hızlı bir şerit şeklinde geçtiler gözlerinin önünden. Bir süre anı bombardımanına maruz kaldı.

Gizem'in halini ilk gördüğü an uzunca bir zaman önceki kendini anımsamıştı Helen. Aynı yerde, aynı halde, aynı saatlerde... Nedenleri farklı olabilirdi fakat hissettiklerini tek kelime etmeden sadece gözlerine bakarak hissedebiliyordu. Çalan müzik ise çocukken babasıyla Oz Büyücüsü'nü izledikleri akşamı anımsatmıştı ona. Helen, hiç tanımadığı bir kız tarafından tokatlanmış gibi hissediyordu kendisini.

Ağlamaktan pembeleşmiş olan Gizem, Helen'in donuk bakışlarından rahatsızlığını gizlemek istercesine avucunu ısıtan kahve kupasını kaldırdı ve pürüzlü sesiyle lafının yarısında detone olarak: "Oz büyücüsünün şerefine."

Helen bunu duyunca girdiği mini transtan çıkarak mutfağa girip usulca masaya oturdu.

"Sanırım bir kalp istiyosun teneke kafa?"

"Çok mu bişey istiyorum sence?"

"Burada bulabileceğin tek şey yarrak, üzgünüm."

Helen, serbest bıraktığı yayından çıkan metal bir okla hedef tahtasının tam ortasına saplanmış olan tahta bir oku vurmuş, ortadan ikiye yarmıştı. O esnada apartmanın merdivenlerinden gelen tartışma sesleri az da olsa duyuluyordu oturdukları yerden. Üst kattaki kadın kocasının bazı eşyalarını dışarı atıyor ve adama ağıza alınmayacak küfürler ediyordu. Helen sigarasını vakumlayarak boşluğa kilitlenmişken, Gizem her şiddetlenen gürültüde gözlerini yumup yumup açıyordu. Helen bulutsuz bir gökyüzü hayal ediyordu. Çimlere uzanıp güneşlendiğini hayal ediyordu. Zihnini hiçbir şeyin meşgul etmediği, edemediği bir gün yaşadığını düşlüyordu.

Kovulan adam merdivenlerden inerken kadın evinin mutfağında ufak çaplı bir sinir krizi geçirmiş, tabak ve bardak kırmaya başlamıştı. Uzun sürmedi, yaklaşık dört tabak ve beş bardak sonra sesler kesildi. Helen kadının ağladığını hissediyordu. Tavana baktı ve sonra gözlerini kapatıp kahrolmuş bir nefes verdi. Parmaklarının arasında süngerine varmak üzere olan sigarasının farkında bile değildi. Yanında sessizce gözyaşı döken Gizem sonunda sessizliğini bozdu.

"Hepsi benim suçum..."

Gözyaşlarını silerek usulca masadan kalktı ve kapıya yöneldi. Ardından duraksayıp keskin bir dönüş yaptı. Helen'le göz göze geldiler.

''Git şu makyajını düzgün yap, poltergeist gibisin,''

Helen bayık gözlerle kovarcasına dış kapıyı işaret etti. Gizem çıkarken çelik kapıyı sertçe çarptı. Duvardaki tablo sarsıntıya dayanamayıp parke zemine düştü ve parçalandı. Salonda uyuyan keşlerden biri zıplayarak uyandı.

"Polis!!!"