İstanbul’un çamurlu sokakları ve sisli puslu kışıyla hatırladığım 1981 yılının o Mayıs gününü benim için unutulmaz kılan neydi?


Semt karakolunun önünde, siyasi şubenin ekip otosunda oturtulurken daha birkaç saat önce gördüğüm işkenceyle hala sızlayan bedenim mi?

Biraz sonra teşhis için evime götürdüklerinde, anneme sarılıp “İşkence yapıyorlar, beni onlara verme.” demeyi aklımdan geçirmem mi? Doğrusu işe yaramayacağını bilsem de bunu yapacaktım gerçekten. Bir çocuğun annesine sığınmasında mantık aranmaz. Sonra her nedense beni eve götürmeyip tarif ettiğim yerden, komşunun kömürlüğünden el yazısı “pulları” aldılar. Fakat o gün beni asıl etkileyen bu da değildi sanırım.


Araçta bir kadın polis vardı. Yüzünü hiç görmedim, o gün ya da daha sonra. Ama hep güzel bir genç kadın olarak oluşturmuşum belleğimde. Bir ara maço erkek meslektaşları araçtan çıktı ve yalnız ikimiz kaldık. Bana sevecen bir sesle (Bunu kurgulamadım, ses kesinlikle sevecendi.) “Su ister misin?” diye sordu. “Evet.” diye yanıtladım ve bir karakol bekçisine seslenerek su getirtti. Suyu içtikten sonra annemde kaçırdığım şefkate sığınma şansımı bu kadın poliste kullanmak istedim

“Daha ne kadar sürecek bu sorgu?” diye sordum. “Sorgu”dan kastedilenin işkence olduğunu ikimiz de biliyorduk. “Bitmesi ikna olmalarına bağlı. Senden alacaklarının bittiğine inanırlarsa daha fazla ezmezler seni ama bu biraz zaman alabilir.” dedi, birkaç gün daha uzaması gereken bir fizik tedaviden söz eder gibi.


Doğanın genlerine nakşettiği anne, karşısında oturan, günlerce askı, falaka, elektrik ve dayakla ezilmiş 17 yaşında bir çocuğa “su verirken” kaba, nobran devletin beynine yerleştirdiği hayli “erkek” polis memuru işkenceyi bir resmi yöntem olarak normalleştirmiş hatta içselleştirmişti. Öylesine ki “Bu biraz zaman alabilir.” derken bile sesi hala kadınsı ve sevecendi.


Onlarca yıl öncesine dair birçok anı, ne kadar travmatik olsalar da belleğimden silinip gitti ama o cehennemi yaşayan çocuk, başını okşayan “zebani” ablasını hiç unutmadı.