Baraj suyunun köyümüze verilişinin haberi teneffüslerde kulaklarımıza geliyordu. Deniz görmeyen, yüzme bilmeyen çocuklar olarak bizim için bu haber heyecanlı bir müjde niteliğini taşıyordu. Beraber gidilecek tayfalar örgütleniyor, hemen bir gruplaşma ortaya çıkıyordu. Gidilecek sadece birkaç kanal; ama sanki farklı denizlere yol açılacak daha fazla grup vardı. Coğrafi keşifler heyecanı yaşıyorlardı galiba. Yine bir okul sonrası kaçak bir şekilde dere yatağında yüzme planını yolda sırtımıza önlüklerimizi ailemize, onların bize yüklediği işlere, kendimizce hissettiğimiz baskıya karşı, 12 yaşın verdiği bir anarşistlikle tıkıştırdığımız çantalarımıza koyarak koyulduğumuz bir heyecanın hatırasını yaşıyorduk. Köyde birkaç kişinin bahçesinde bulunan can eriği ağaçlarından birisinin de yolumuzun üzerinde olması onu şanssız bir mücevher kılıyordu. Sahibinin erik nöbeti tuttuğu günlerden birisinin o gün olmamasını gruptakilerin hepsi içinden heyecan ve korku karışımı bir hisle diliyordu. Tozlu yollardan yol alırken kimileri sadece önlüğünün altındaki tişörtle kimileri de o tişörtleri de çıkartıp beyaz atletleriyle görünüm sağlıyordu. Kimileri gün bitince eve gittikleri zaman ebeveynlerinin öfke duyacağına dair endişelerini kimileri de gayesizliklerini yanında taşıyordu. Ben ise her ikisi arasında bocalıyordum sanırım; bazen biri diğerini bastırıyordu. Erik ağacı yağmalanırken birileri gözcü tayin ediliyor, diğerleri hızlı hızlı ceplerine, tişört veya atletlerinden yaptıkları kucak heybelerine yapraklı, yapraksız, olgun, ham rastgele erikleri dolduruyordu. Gözcülerin sabırsızlığı ‘’Hadi lan, bir traktör sesi geliyor!’’ şakalarından belli oluyordu. Belli bir mesafeye uzaklaşana kadar sanki ilk defa erik yercesine hunharca ağız şapırtıları, gülüşmeler, kikirdeşmeler duyuluyordu. Sonra hızlı bir şekilde olup biten operasyonun meyveleri, erikler çok rahat bir şekilde yenilerek toprak kanala doğru ilerleniyordu. Çocukluklarını özgürce yaşayamayan, bastırılan, okulda, evde dayak yiyen bir avuç dezavantajlı çocuğun oluşturduğu bu grup farkında olmadan trajedilerini böyle küçük kaçamaklarla başka bir şeye dönüştürüyordu. Çalıntı eriğin tadını bu yüzden yaşamlarında hiçbir zaman unutamayacaklardı.

Bozkırda suyun geçtiği yerler bir hat boyunca yeşil otlarca uzanır, oradaki suyun varlığına işaret ederdi. İşte bizim de içine gireceğimiz suya giden kanal böyle gözümüze çalındı. Havanın kavurucu sıcak olmasından veya başka bir sabırsızlıktan doğan bir koşuşturmaya tutulduk. Heybetli, yaşını tahmin edemeyeceğimiz bir kayısı ağacının altı çantalarımızın, pantolonlarımızın, tişörtlerimizin soyunma kabini oldu. Geriye üstümüzde kalan, büyük ihtimalle aynı yerden alınmış, çoğu beyaz veya yeşil külotlarımıza bakıp kırıcı olmadan birbirimizle dalgalar geçmemiz, kahkahalar patlatmamız, yüzme deneyimi öncesi beliren durumumuzdu. Artık yeteri kadar güldüysek suya girmemizin hazırlığına başlayabilirdik. Karınlarımıza gelecek kadar su seviyesini elde edene kadar suya etraftan topladığımız taşlardan bariyer yapıyorduk. Bir yandan akmakta olan suyun kimin bahçesine gittiğini düşünmeyi aklımızdan kovarak bahçe sahibinin gazabının öfkesini göze alıyorduk. Elinde kürekle veya sopayla görünen, tuhaf sesler çıkartan, korkutmaya çalışan bir çiftçinin anısını yeniden yaşama riskini taşıyorduk. Veya hiçbir şeyin olmadığı, hiç kimsenin gelmediği başka bir anının bize verdiği rahatlıkla davranıyorduk. Renk ve görünüş itibariyle yarı kirli suda ilk titreyişlerimiz suyun hava kadar sıcak olmadığını bizi titreterek gösterdi. Maceraperest, yüzme meraklısı çocukları ilk başta soğukmuş gibi titreten bu su yıldıramazdı. Biraz zaman geçtikçe, suya alışılınca artık keyfini çıkartmanın zamanı gelmişti. Kanal kenarındaki hafif yüksekliklerden suya balıklama atlamaya çalışan cesur hareketler, suyun altında kaç saniye bekleyeceksin yarışmaları, gülüşmeler, sevinçler, geldiğimize değdi neşeleri ve nidalarını izliyorum şimdi. Amaç sadece yüzmek ve küçük bir dünyada büyük yaşantılar aramakmış. Aradığımız deniz dışarda, uzaklarda değil kendi içimizdeymiş…