"Uyandın demek..."

Uyanıyor muyum, yoksa her seferinde ölüp ölüp yeniden mi diriliyorum, bilmiyorum. Başımı kaldırmaya çalıştığımda, boynumu kesen zincirin soğukluğundan başka tek hissettiğim kendi kan kokum. Nesiller boyu hafızama kazınan kokuların içinde en duymak istemediğim, tek açlık hissetmeyeceğim koku bu. Rüzgarın yönü ne ara değişti böyle?

Kapana sıkıştığım bu izbe kulübede kim bilir kaç gündür ben acıdan, o zevkten kendimizden geçip uyandığımızda kaldığımız noktadan devam ediyoruz... Belli ki bu kin dayanma gücümün çok üstünde.  

Benim için ilkel bir içgüdünün ötesine geçmeyecek bu eylem, bedenimden kopardığı her parçada tatminin en büyüğünü yaşatıyor ona, zevkin doruklarına taşıyor. Ayaklarımın dibinde biriken kırmızı göletlerdeki yansımasını seyrederken nasıl da kendinden geçiyor günlerdir bitmeyen bir kin, sönmeyen nefretle.  

Tırnaklarımı tek tek sökerken çınlayan kahkahalarına sapkın bir tekerleme eşlik ediyor lağım kokulu ağzında.

"Bir varmış, bir yokmuş..."

Göz kapaklarıma taktığı kancaları ölüm kokan elleriyle çekerken soruyor:

"Söyle bakalım, senin gözlerin neden bu kadar büyük?"

Beklediği cevabı alamamanın verdiği hırsla çektiği kancaları kulaklarıma geçiriyor ve bu defa: 

"Kulakların neden bu kadar hassas?"

Peki ya bir çocuk nasıl bu kadar hasta ruhlu olabilir?

Bitmeyen sorgu sualleri karanlıktan çıkıp gelen, tekdüze, gıygıylı bir sesle deliniyor. Ses gelip gelip sorgu lambasının yere düşen aydınlığında duruyor. Tekerlekli sandalyeye çökmüş, içi tümden çürümüş, cehennem kokulu yaşlı bir kadın bu. Etrafımda zafer naraları atan küçük kıza yaşlı kadının ağzından çıkan kara sinekler eşlik etmeye başlıyor.  

"Bak büyükanne! Bundan sonra asla ormanda tek başına gezmeye cesaret edemeyecek." 

Yaşama dair gördüm son şey, yaşlı kadının göz bebeklerini saran, beyazın yerini doldurmuş başka bir kırmızı oluyor.