Radyoda bir türkü çalmaya başladığında ağlardı dedem. Çocuktum. Bilmezdim neydi adı, hangi türküydü. 

Hüzne tabii olmayanlar çağında olduğumdan

anlamazdım neden ağladığını.

Altı çocuk babasıydı.

Altısı birden İbrahim soyu.

Her odada bir bereket tohumu.

Ekin ekin büyüyen tarla gibi

Beşikte biri, bucakta biri.

Felek bu ya,

Nasibin dolmadığı testiler var hayatta

Kardeşi de bunlardan biriydi.

boynu bükülmesin, elalem tohumsuz demesin diye ortanca kızını evlatlık vermiş kız kardeşine.

Şehirde büyüyecek, imkanları iyi olacak tesellileriyle, içi kan ağlasa da ikna etmişler babaannemi. Büyük sevaba gireceksin, evlat senin evladın elbet gelir gider demişler.

Nihayetinde toprağından sökülmüş bir filiz gibi, halasına üvey gitmiş halam.

Hasret çöllerine hicret işte o gün başlamış.


Çiftçiydi dedem. Güçlü, kuvvetli dağ gibi bir adamdı. Toprağını kendi ekmiş, tarlasını kendi sürmüş, kendi elleriyle çatmış evinin bacasını. Lakin zamanla gelir giderle denkleşmeyince beş çocuklu yuvasını geride bırakıp düşmüş gurbetin yollarına. Tek başına bir evi yapardı dedem. Gurbette de öyle yapmış. Çok çalışmış. Kazandığını eve yollamış, hiçbir şeyden eksik etmemiş ailesini. Yıllar sonra dönmüş dönmesine  memlekete ama beşikte yatan büyümüş, talebe olanın askerlik çağı gelmiş.

Yuvadan ilk uçan, en büyükleri Yusuf’muş.

İlk Gözağrısı Yusuf.

Gurbet gurbetle kesişince, yani göz görmeden ayrılık gelince, gönül de katlanmaz olurmuş.

Gittiğini bilmemiş önceleri. Ta ki döndüğünde Yusuf’un yatağını boş görünce hasret ateşine bir ağaç daha devrilmiş. Çok üzülmüş, çok yanmış Yusuf’un gitmesine.

Bayram olunca kızlar bebeleriyle baba evlerine gelir, talebeler döner, sofralar kurulurmuş. 

Ekmek davası da saltanat gibi babadan oğula geçince bayram da olsa gelemezmiş Yusuf.

Zaman eski olunca, mağduriyet karlı dağlar gibi çepeçevre sararmış mekanı.

Ne telefon, ne telgraf ne haber ulaşırmış köye.

Bir tek yokluğu, zahmetsizce çökermiş gurbette olanın sandalyesine. Yüzünü hatırda tutarak yapılırmış masa başında sohbetler. Olmayanın hatıraları bir Dede Korkut hikayesi gibi her defasında aynı merakla anlatılır, Yusuf ağabeyleri anlatılan her hikayeden bir kahramana dönüşmüş halde çıkarmış. 

Hasret azalmasa da her hatıra bir rüzgar olup sinelere bir nebze olsun serinlik katarmış. 


Babam okulunu bitirince memleketten uzakta önce iş bulup sonra annemle evlenmiş. 

Masada gitgide eksilen tabaklardan, babannemin de vefatıyla yalnız bir tabak kalmış geriye ve altı çocuk babası İbrahim, simsiyah bir yalnızlıkla başbaşa kalmış.


Her yılın bir ayı, köyden çocuklarını ziyarete giderdi dedem.

Sıra küçüklerden başlar Yusuf amcamda biterdi.

Bu düzen değişmezdi. Hasret ateşini gönüle ilk kim düşürdüyse, en çok onun yeri sızlıyor olacak ki en son ondan ayrılarak geri dönerdi evine.

Dedem ziyaretlerini kışın yapar yaz gelince de çocukları senelik izinlerinde ona giderlerdi. Biz de en az bir ay kalırdık köydeki ahşap evde. En seyrek gelip en az kalan da yine Yusuf amcam olurdu. Pek izni olmazdı. 

İbrahim ve çocukları işte böyle, bir tesbihin dağılmış parçaları gibi ayrı şehirlerde, ayrı mücadeleler içinde fakat aynı dünya telaşıyla seneleri tüketti.

Babam genç yaşta emekli olunca memlekete geri döndük. Dedemle çok vakit geçirdim. O anlatmayı sever, bense onu dinlerken tarihi bir film izliyormuş hissine kapılırdım. Hababam sınıfının Akil hocası gibiydi. Anlattığı olayın şevkine kapılır, adeta her anını tekrar yaşardı.

Osmanlı-Rus harbinde kafile halinde göç ettiklerini, Atatürk’ü, savaş zamanı nasıl yokluk çekildiğini, tek başına ormanda karşısına çıkan ayıyla güreş etmesini, Eyüp peygamberin hayatını… öyle güzel anlatırdı ki. Bir de Cüneyt Arkın’ı çok severdi. Genelde filmlerdeki adı Murat olduğundan “Murat’ı aç bana” derdi. O zamanlar, her gün televizyonun mutlaka bir kanalında filmini bulurduk şansından. 


Ben lise birinci sınıftayken öldü dedem. Hayatımdan büyük bir anlatıcı eksildi. Sohbet arkadaşım gitti. Cüneyt Arkın filmleri bile daha az verilir oldu ondan sonra. Onu çok özlüyordum. 

Aynı yıl içinde Yusuf amcam emekli oldu. Ahir ömründe ilk kez o yaz başı zaman kıskacına sıkışmadan gelebildi memlekete. Yani mezarına babasının. Bugün gibi hatırlarım. İlk taksi durdu kapıda, heyecanlı yüzlerimiz arabada inişini bekledik. Bazı renkler birbirine tamamlayıcıdır, karıştığında daha güzel tonlar elde edersiniz. Fakat hepsini birbirine boca ettiğinizde renk bile denemeyecek bir bulamaç çıkar ortaya. Bulanık, kasvetli. Oysa tüm renkler içindedir. İşte o gün amcamı uzun zaman sonra gördüğümde içimde beliren his tam olarak buydu. Karmakarışık, bulanık, belirsiz bir ruh hali. Hayatın tüm renkleri, hüznü, özlemi, sevinci, yorgunluğu, yoksunluğu amcamın paletinde keder ağırlıklı bir çökelti oluşturmuştu. Hasretle her birimizi kucakladıktan sonra valizini merdivenin kenarına bıraktı. O anı görseydiniz, bir insan yüzüne karabulutlar nasıl çöreklenir, vücud gâmla nasıl hemhâl olur anlardınız. Amcam kollarını iki yana açıp, evimizin hemen yanında bulunan çaylığa doğru yürüyerek, daha doğrusu bir sevgiliye kavuşur gibi koşar adım, ağıt gibi yakan bir sesle bağırdı. “Babaaaamm, nerdesin babam! Ey Haşimağa İbrahim. Yusuf geldi Yusuf! Yusuf’un ancak döndü babam!” 

O sesin tınısı, o bir anda katılaşan keder duyanların içine bir kor düşürmeye yetecek denli acıydı.

Dedemden sonra çok yaşamadı Yusuf amcam. Bir kaç yıl sonra onu da kaybettik. Memleketinden çok uzaklarda, çalıştığı, yaşlandığı ve öldüğü yerde gömüldü. Ailesi İzmit’te olduğu için mezarda dahi babasından ayrı düştü. 

Şimdi bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir köy evinin eski radyosunda çalan bir türkü beni bu anıları yazmaya sürükledi. Hatırladım türküyü. Dedemin her dinlediğinde bir sigara yakıp ağladığı,gömlek cebinden gri-beyaz patiska medilini çıkarıp gözlerini kuruladığı türküydü bu.


“Ben bir Yakup idim kendi halimde,

Mevlamın kelâmı vardı dilimde.

Yusuf’u kaybettim Kenân ilinde

Ağlar Yakup ağlat Yusuf’um deyi”


Şimdi anlıyorum neden bu türküye dayanamadığını, kendini nasıl Yakup’la özdeşleştirdiğini. “Yusuf diyince içim yanıyor”derdi. Yıllarca Yakup gibi o da Yusuf’unun yolunu gözlemişti.

Canım dedem, eminim olduğun yerde Yusuf’un yanı başındadır. Türkü var mıdır oralarda bilmiyorum ama varsa eğer dilerim artık mendiline gerek duymadan, neşeli türküler dinliyorsundur.