Hatıra biriktirme çağında üç öğrencim, bana geldiler. Onları ben davet etmedim, istekli olan onlardı. Belki derste otoriter, kimi vakit esprili, zeki ve bilgili olarak kavradıkları beni, öğretmen kimliğimin dışında tanımlamak istiyorlardı. Evim elbette -ne kadar öyle olmasını istesem de- “Ne olursan ol, gel.” diyebileceğim bir tekke değil. Ancak çoğu zaman teklifsizce, “Merhaba, ben geldim.” denilerek uğranabilecek bir yerdir.
İkisi kız, biri erkek üç genç; evime, mahalleme geleceklerdi. Peki onlara ne verebilecektim? Neyim vardı ki sunacak? Yiyecek içecek bir şeyleri kast etmiyorum elbette. Kimselere misafir gibi davranmamak âdetimdir. O gün evde ne varsa gelirler ve birlikte yeriz. Açıkça yemeğini bitirenin tabağını kaşığını mutfağa götürüp bırakmasını da beklerim. Zira ne mutfağım ne de buzdolabım mahrem şeyler değildir benim için… Kast ettiğim, öğretmen kimliğim dışında beni var eden şeyleri nasıl sunacağımdı. Evet, tıpkı derslerde olduğu gibi onlara, saatlerce bilimden, edebiyattan veya başka şeylerden bahsedebilirdim ama aradıkları bu değildi ki. Onlar, başka tüm kimliklerin silikleştiği ve geriye sadece insan kimliğinin kaldığı anların arayışındaydılar…
Efendim, öğrencilerimi önce eve götürdüm. Perişan durumdaki odama girip (Epey garipsediler bu arada.) hemen her yere dağılmış durumdaki kitaplarımı ve notlarımı gördüler. Anamla ve babamla tanıştılar ve ikisini de çok sevdiler. Ziyadesiyle sevdikleri ise, benim ana babamla olan muhabbetimdi. Sonra Arapdere’ye, pikniğe gittik. “Dedem” dediğim çınar ağacını gösterdim onlara ve kaynak suları içirdim. Sonra hep birlikte yemeğimizi yapıp yedik ve ardından çayımızı içtik. Benim havalı tüfekle atış talimi yaptırdım ve şaşırmadığım şekilde üçü de çok sevdi bunu. Ve dönerken de kekik topladık. Mevsimi olsa sumak ve kuşburnu da toplayacaktık… Ben, pikniğe giderken her bir köşeye dağılmış hatıralarımı anlattım onlara. Yaptığımız mahalle maçlarını, incir ağaçlarına “dalışımızı”, kasnaklıları, kara şimşeği… Daha da kalsalardı okuduğum ilkokulu, kendisine âşık olduğumu göstermek için -yapabildiğim tek şey olan- kapısının önünden geçtiğim kızın evini, düşüp dizimi yardığım sokağı, Oktay’a çarpan arabayı ve daha birçok şeyi gösterirdim onlara. O ara bunu, bunları fark ettim işte. Öğrencilerime verebileceğim en değerli şeyim hatıralarımdı.
Onları Kordon Boyu’na, Karşıyaka çarşısına, Asansör’e ve diğer birçok yere de götürebilirdim elbette. Kuşkusuz, yeri geldiğinde buralara da gidilir, neden gidilmesin. Ancak bunların hiç birinde, ben olamazdım. Mahallemde ben, neredeyse herkesçe tanınan, selam verilip alınan, “hocam” denilen biriyim. Günün her hangi bir saatinde istediğim sokağa girip çıkabilirim. Ancak kent merkezinde her hangi biriyim. Yani kendinden her şey beklenebilecek yabancı bir şüpheli ve kendisi de tedirgin biri. Üstelik buralarda, ayağıma dolanacak hatıralarım yani hikâyelerim de yok. Yani kent merkezinde bana temas edemezlerdi.
Mahallemden, okuduklarımdan, arkadaşlarımdan ve dostlarımdan başka neyim var? İşte buyum, bu kadarım ben.
9 Nisan 2022
Gültepe