“Bakakalırım,” dedim.

“Giden geminin arkasından mı?” dedi gülerek. “Orhan Veli mi geldi aklına?”

“Yok,” dedim. “Öyle… Boş boş bakakalırım. Hiçbir sokak ismi kalmaz aklımda, gördüğüm yüzleri ezberleyemem. Şarkıların sözlerini hatırlayamam, zaten zar zor bitiyorum artık sevdiğim kitapları, şimdi açtığım sayfadan iyice çıkamam.”

“Ne var bu kadar arabeskleştirecek,” dedi. Oysa bilmiyordu Orhan Gencebay’ın şarkılarını çocukluktan ezber ettiğimi. Arabesktim ben. Acılarımın yasını zamanın gel geç şarkılarıyla tutamazdım. Ruhuma kazınmış izleri, kalabalıkların bir müddet çiğneyip tükürdüğü tek senelik şarkılarda arayamazdım. Ferdi’yle, Orhan’la yahut Müslüm’le paylaşabileceğim hususlardı bunlar. Taşrada hüzünler de ağdalı yaşanırdı. Yavaş akan ne varsa bu mahallenin kaldırımlarında yürüyordu. Zaman gibi… Keder gibi… 

…..

Herhangi bir olayın tarihini konuşma esnasında birden hatırlayıp söyleyebilen insanlara gıpta ettim hep. “Sene 98 üniversiteyi yeni bitirmiştim,” ya da “92 yazıydı dün gibi hatırlarım,” gibi cümleler kuramadım hiç. Üniversitede bir hocamız “tarihçi dediğinin rakamlarla arası iyi olacak. Tarihleri, sayıları hatırında tutabilecek,” derdi. Tarihler hiç kalmadı aklımda. Anlattığım bir hikâyeye “falanca seneydi,” gibi inandırıcılığı kuvvetli başlangıçlar yapamadım. Tarihlerin ne önemi vardı? Yaşanmıştı işte. Güzellikleri yahut kederleri hatırlanıyordu... Yetmez miydi?

Yetmezmiş. İnsan, tüm sözelci eğilimlerini terk ederek, yazgısına mühür vuran zamanları mıh gibi aklına çakarmış. Bunu da öğrendim. 

47 yaşımdaydım ve artık aşk gibi illüzyonlara inanmıyordum. Kaybetmekten yorulduğum, ümit etme mevsiminin çoktan geçtiğine inandığım bir zamandı. Hayat sürprizlerle doludur klişesini ilk kez kendi hayatımda tecrübe etmiş oldum. 

Seneler önce farklı bir şehirde üniversiteyi bitirdikten sonra, küçük bir sahil kasabası olan memleketime tarih öğretmeni olarak atanmıştım. Kısa süre içinde de üniversiteden beridir beraber olduğum kadınla evlendik. Âşık olmuştum ona. Üniversitede aynı sınıftaydık. İkinci sınıfa kadar hemen her gün birbirimizi gördüğümüz halde arkadaşlığımız yalnızca selam verme derecesindeydi . Bir gün ders esnasında profesör, yakın siyasi tarihimizle ilgili bir olaya taraflı bir yorum yapmıştı. Çoğumuz bu fikre karşı çıktığımız halde, sınıfta yalnızca o itiraz etmişti. Gür sesi, kendinden emin duruşu ve konuya hâkimiyeti, tüm sınıfı olduğu gibi beni de etkilemişti. Kırmızıya yakın kızıl saçları, başı dik yürüyüşü, okul koridorunda özgürce savurduğu kahkahası, ona bambaşka bir hava katıyordu. Okul kantininde ders sonraları arkadaş grubumuzla oturup, tarihi meseleleri tartışıyorduk. İyice yakınlaşmış, aramızda oluşan enerjiyi ikimiz de hisseder hale gelmiştik. Konuşurken, derinliğine ve bilgisine hayran kalıyordum. Çoğu konuda ortak argümanları savunuyorduk. Onunla, kantin grubumuz içindeki muhaliflere karşısı güçlü bir ittifak kurmuştuk. Kimi durumlarda beni hararetle savunması, savaş ortasında zayıf düşmüş orduma bir destek kuvveti gibi yetişiyordu. Onun da benden güç bulduğunu biliyordum. Ateşli bir aşk başlıyordu aramızda. Onda da bu başlangıç kıvılcımlarını hissedebiliyordum. Doğum gününde başlayan sevgililiğimiz okul bitene dek sürmüş; her öğrencilik çağı gibi özgür, mutlu, kimi kavgalı kimi barışık nice günler yaşamıştık. Anılarımız bizi birbirimize bağlamıştı. Bir yılı aşkın süredir de birlikte yaşıyorduk. Her ânımız beraberdi. Onsuz bir hayat düşünemiyordum. Okul bittiğinde ayrı kalamazdık. O da benim gibi düşünüyordu. Evlendik. Başlarda eskisi gibi devam eden mutluluğumuz zamanla tökezlemeye başlamıştı. Her aşk girdabına çekebileceği ateşli kurbanlar ararmış. Ve biz de istemsizce bir girdaba doğru çekiliyorduk. Biz iki tutkulu âşık, iki asi ruh, vaktiyle başkalarına karşı coşkuyla sürdürdüğümüz ittifakımızı artık kendi kalelerimizi müdafaa etmek için dağıtmıştık. En lüzumsuz tartışmaların sonu amansız bir hak mücadelesine dönüşüyordu. Bu iktidar savaşında ikimizde kazanamıyorduk. Savaşlardan yorgun düşmüştük. Yaralarımız zamanla şiddeti artan acı sözlerin tesiriyle kolay kapanmaz olmuştu. Aynı evde, aynı masada iki yalnız olarak yemek yiyor, ayrı odalarda kendi sevdiğimiz filmleri izliyorduk. Bir zamanlar aynı diş fırçasını kullanmaktan erinmezken, artık birimizin yastığında diğerimiz yatmaz olmuştu. İkimiz de sigarayı artırmıştık. Sabah günaydınları, hayırlı işler, afiyet olsunlar aile müessesemizin ezberlenmiş kutsal cümleleriydi. Rollerimiz zaten sıkıcı gündelik yaşantının hüküm sürdüğü bu yerde çok da canımızı sıkmıyordu. Başkalarıyla evli olsaydık da değişen bir şey olacak mıydı? İki sevgili olarak başladığımız oyuna, bir süre sonra yalnızca kurallara riayet eden iki sıkılgan olarak devam edecektik. Hangi oyun tekrarlandıkça heyecanını kaybetmezdi ki? Bana kalsa bu evcilik oyununa yorgun da olsa devam ederdim. Alışmıştım. Ama oyunu bırakan o oldu. Henüz gençtik, daha güzel günlerimiz olabilirdi. Tabi ayrı ayrı… Çetin bir kış geçirmiştik birlikte, bahara doğru boşandık. Ben aynı evde kalmaya devam ettim. Baba evimdi. Oyun tahtamdı. Alışkın olduğum şehirde, alışık olduğum düzenime devam ettim. Yalnızlıkla yeni tanışmıyordum. O yüzden korkutan bir yanı yoktu benim için yeni durumumun. Her akşam olduğu gibi çayımı demleyip, kitap okuyor, her zamanki salon kanepesinde uyuyakalıyordum. 

Tarih okuduğum halde edebiyata daha fazla ilgi duydum. Lise çağlarımdan beri vakit geçirmek için kahveye gitmek ya da televizyon izlemek dışında yapılacak pek de fazla seçeneğin olmadığı memleketimde kitap okumayı tercih ederdim. Kasetlerimin bulunduğu rafta Ferdi Tayfur’a Schubert, Ümit Besen’e ise Chopin yarenlik eder, anlamlandırılamayan bir algoritma kendiliğinden ortaya çıkardı. Bambaşka toprakların ezgilerini, mermer işlemeli saraylardan, tarihi opera salonlarından, bizim şu derme çatma, boyasız, tuğla duvarlı evlerimizin olduğu, çamurlu kapılarında tavuklar gezen mahalleye taşıyan bu adamların kimliklerini de kitaplardan öğrendim. Ani duygu değişimleri, hırçın denizler misali yükselen hissi dalgalanmalar, varlıklarını kasetçalarımdan odama yayılan ezgilerin notalarında sürdürebiliyordu yalnızca. İçimde duyduğum bu his koca bir boşluğun yankılanma sesi miydi? Hiçbir şey kalmamış mıydı benden geride? Yoksa yaşanmışlıklarla dolu, fazladan tek bir anıya dahi yeri olmayan sıkışmış bir ruhun nefes alabilme çırpınışları mıydı? 

Tahrip olan derinin aynı darbeleri aldıkça zamanla nasır tutup, sertleşmesi gibi, yaşadıklarım ruhumda istemsiz bir nasırın büyümesine sebep olmuştu. Yaraların kabuk bağlaması gibi bir his değildi bu, yara iyileştikçe yumuşaklık tekrar kazanılabilirdi. Ben sertleşmiştim. Mide yanmalarım, diş sıkmalarım acının yarattığı tüm fiziki semptomlar kimyevi bir dönüşümle beni kendimden ayrıştırmıştı. Ne içli şarkılar eskisi kadar hüzünlendiriyor, ne ana haber bültenlerinde düştüğü çukurdan kurtarılan yaralı hayvanlar eski hissiyatım kadar etki edebiliyordu. Aynı vücutta, aynı kalple dolaşan ben, ağladığım filmlere ağlayamıyordum artık. Kabullendiğim birçok şey vardı. Tüm arzu ve beklentiler yaşam içinde insanı bir haddeye kadar peşinden sürüklüyor, sonrasında gelen hayal kırıklıkları tatsız bir yorgunluğa dönüşüyordu. Yorgunluk uzadıkça tatminsizlik başlıyor ve neticesinde hissizlikle vadesini tamamlıyordu, bir zamanların hassas insan ruhu. Varoluşçu felsefe elbette aşk acısından doğmamıştı. Yani bunu pek sanmıyorum. Ama ben varoluşumu bir aşk acısıyla yok etmiştim. Yazgımızı çevreleyen oklar, ne yaşarsak yaşayalım hep aynı noktada bizi bekliyor oluyordu. Yollarımız ne kadar farklı yönlere gitse de, vardığımız noktaya çoğumuz,yarımızdan fazlamızı kaybederek ulaşabiliyorduk. 

………………………………

47. yaşında hayattan elini eteğini çekmiş, ununu eleyip eleğini de duvardan alıp yakmış bir adam olarak yaşarken rastladım ona. İşten arkadaşlarımla akşam bir tiyatro oyununa gidecektik. Okul çıkışı eve gidip üstümü değiştirecektim. Yorgundum. Yalnızca kravatımı çıkarabildim. Üst üste iki sigara içtim. O an tek istediğim devrilip yatmaktı. Bütün gün saatlerce aynı şeyleri anlatıp durmuştum. Kendime tahammülüm yokken birilerini dinlemek, söylenenlere onay vermek gözümde büyüyordu. Ama taşradaki küçük kazamıza her zaman tiyatro gelmiyordu. Ha gayret, kendime verdiğim uyku vaadimi yarına erteleyerek saat 19.30’da salonun olduğu binaya gittim. Oyunun başlamasına vakit vardı. Arkadaşlarım binanın hemen altında ki kafede beni bekliyorlardı. Çoğu bu ücra yere yeni atanmış, geldikleri yerlere tekrar atanmak için gün dolduran tiplerdi. Bir kahve almak oyunda uyuyakalmamam için iyi bir çözüm olabilirdi. Siparişimi verdiğimde ceket ceplerimde sigaramı arıyorken duydum sesini. Kısık, buğulu ve gençliğinden gelen tazelikle çıkan oşen sesini. Başımı kaldırdığımda, içleri adeta kıvılcım kıvılcım gülümseyen hareli ela gözleriyle, kahvemin hazır olduğunu söylüyordu. Ne kadar gençti yarabbi. Saçları yerçekimine meydan okurcasına omuzlarında asılı kalmış su dalgaları gibiydi. Çam yeşili boğazlı kazağı, biçimli elmacık kemikleri, yukarı doğru kıvrımlı dudakları ve göz boyasıyla renkleri ortaya çıkmış gözleriyle, 70’lerin film artistlerine benziyordu. 

“Kahvenize şeker alır mıydınız?”

“Hayır, sade içerim. Teşekkürler.”

Dönüp masaya oturduğumda içimde eski zamanlardan kalma, adını koyamadığım bir duygunun hafif, tatlı esintilerini hissediyordum. Sancılı bir migren ağrısıyla kasılan vücuda, diazem sonrası yayılan o rahatlama hali. Tesadüfen televizyonda, sevdiğin bir film sahnesine denk gelmenin anlık mutluluğu. Saat geldiğinde salona doğru yürüyorduk. Dalgındım. Kalıp onun müşterilere çay kahve hazırlamasını, arada bir yanında ki kızla gülüşmesini izlemeyi tercih ederdim. Ama orada durup beklemem için aklıma getirebildiğim hiçbir izahat olmadığından, susup yanımdakilerle devam ettim. 

Oyun bittiğinde kalabalıkla kapıya doğru ilerlerken bina kapısının önünde, bizim zümreden Baki hocayla konuşurken gördüm onu. Tarih öğretmeniydi benim gibi. Geldiğim arkadaş grubuna dahil olduğu için bir kenarda durup konuşmasının bitmesini bekledik. Konuşmalarını duyabiliyordum. Araştırması için gerekli birkaç kaynak kitap aradığından bahsediyordu kız. Baki hoca ona, kardeşi Özlem’le iletişim kurmasını, aradığı kitapların kendisinde olabileceğini söylüyordu. Özlem bulunduğumuz şehirdeki üniversitede edebiyat okuyordu. O da mı aynı bölümde öğrenciydi? Demek okul çıkışlarında çalışıyordu bu kafede. Baki hoca yanımıza döndüğünde, kızın eski öğrencisinin bir arkadaşı olduğunu öğrendim. Bir de kız kardeşiyle aynı fakültede olduklarını. Baki’yi görünce gelip danışmak istemişti. Genç adamdı Baki hoca. Yakışıklı sayılabilirdi. Kıskanıyor muydum onu? Kızla konuşmasını mı kıskanıyordum? Gençliğini mi? Acı tecrübelerle dolu olsa da kaybettiğim günleri, hislerimin baharda çağıldayan sular gibi içimde dolup taştığı zamanları, şimdi onun yaşayacak olmasını mı? Hem ne malum belki başka bir sevdiği vardı. Farkında olmaksızın zihnimde gerçekleşen bu sorgu sualden utanmıştım. Sana ne ulan!

O gece yorgunluğuma rağmen uyuyamadım. Karmakarışık fikirler, eski hatıralar, akşam gördüğüm kız… Sesi… Zihnimi istila etmişti. Sonra sonra iki paket sigarayı bitirdiğimi fark ettim. Ne müzik sesi vardı odada, ne televizyon açıktı. Sokakta kimseler yoktu. Ama müthiş bir gürültü içerisindeydim. Uğultular… Çınlama sesleri. Yıllardır kendi sessizliğine gömülen ben değil miydim? Ne mücadeleler vermiştim kendimi susturabilmek için. Çoğu zaman başarmıştım da. Ama şimdi… Yeniden bu sesleri duymaya tahammülüm kalmış mıydı?

 

………………………………

Sesini duyuyordum. Uğultulu, derinden. Bir buzulun içinden görüyordum onu sanki. Bir sis perdesinin arkasında kalmıştım. 

 

“Buyrun, sade kahveniz.”

“Teşekkür ederim.”

 

Nasıl gittim oraya, hangi düşünce yüreklendirdi beni bilmiyorum. Düşündüğümü de anımsamıyorum aslına bakarsanız. Dalgınlıkla, ne yürüdüğüm cadde, ne karşıdan karşıya hangi renginde geçtiğimi bilmediğim trafik ışıkları ne de suyu sırtıma geçecek kadar ceketimi ıslatan yağmur…Hiçbirini hatırlamıyorum. Kendimin o an, orada meydana geldiğine inanabilirdim bilinci yeni açılan bir hasta olsaydım. Kimse yoktu etrafta. Masalar boştu. Sabahın 10’unda kahve içme alışkanlığına sahip insanların memleketleri buradan binlerce km uzaktaydı. Önlüğünü çıkarıp, yanında, kasada çalışan kıza bir şeyler söyledi. Yan dolabın çekmesinden kitaplarını aldı. Okula gidiyordu belli ki ve saçları yine yerçekimine meydan okuyordu. Hafif bir esintide tane tane uçuşuyor, sonrasında bir güvercin kanadı gibi tel tel omuzlarına dökülüyorlardı. Kahverengi pantolonunun üstüne giydiği krem rengi bluzu, boğazına sardığı turunculu fuşyalıatkısıyla… İşte orada duruyordu.

“Lâle! Akşama toplanacağız unutma!”

Lâle… Demek Lâle’ydi adı.

Bu insanda baktıkça bakma isteği uyandıran sanatsal varlığa çiçekten başka bir isim koyulamazdı. İnci olabilirdi belki… Narin istiridye kabuklarında saklı sedeften bir nur. Tül işlemeli mermer bir tanrıça heykeli, güzel bir müzik ya da kokuyu çağrıştıran bir isim de taşıyabilirdi. Lâle. Yine de en güzeli buydu. Nasıl da yakışmıştı yüzüne o isim.

“Siz Baki hocanın arkadaşısınız değil mi? Geçen gece oyuna gelmiştiniz birlikte.”

Benimle konuştuğunu anlamam birkaç saniye sürdü. Hem sorusunu anlayıp, hem kafamdaki soruları yanıtlamaya çalışıyordum. Bana mı dikkat etmişti o gece? Tanıyacak kadar dikkat etmişti demek. 

“Ben kız kardeşiyle aynı fakültedeyim. Edebiyat 2. sınıftayım, o son sınıf olduğundan sağ olsun birçok konuda yardımcı oluyor bana.”

“Evet… Aynı okulda tarih öğretmeniyim ben de.”

“Ben de tarih okumayı tercih ederdim. Bu Osmanlıca yedi bitirdi beni.”

“Bizde de Osmanlıca var. Dilerseniz yardım ederim size.”

Neler söylüyorum yarabbi! Deliriyor muyum? Babası yaşında adamsın utanmıyor musun be! Bilmem. Göreceksin onu. İşte bir sebep doğdu. Bir bahane. Oğlum Rıfat hangi cüretle kalkışıyorsun buna? Saçlarının kırlarından utan. Utanıyorum. 

Kıvılcımlar, gözlerinden kuzey ışıkları gibi ruhuma nüfuz ediyordu. Bir bakış nasıl bu denli tesir edebilirdi insana. Ela gözleri güldükçe kısılıyor, sağ gözünün hemen altında bir gamze beliriyordu. Yüzünü hayali bir fotoğraflamayla hafızama kaydediyordum adeta. İşte… Güldükçe kıvrılan dudak kenarları, işte... Dudağının üstüne hafiften kondurulmuş bir noktacık beni, işte konuştuğunda çenesinde beliren oval çizgi… Çektin mi hepsini? Ezberledin mi? Tanrım ne oluyor bana?

Yüzsüzlü ele alarak haftanın birkaç günü kafeye gitmeye başlamıştım. Evde duramıyor, kitap okuyamıyor, bir film açsam bitmesini beklemeden kapatıyordum. Gitmemek için kendimi zorladığım vakitlerde arkadaşların bekâr evlerine gitsem de zaman beklediğim akışta ilerlemiyordu. O günü bir zûl içinde tamamlıyor ertesi gün, okul çıkışı ilk işim kafeyegitmek oluyordu. Sohbetimiz günden güne derinleşiyor, birbirimizi tanımaya başlıyorduk. Aydınlıydı. Ailesi çiftçilik yapıyordu. Zeytin, incir tarlaları vardı. Ders sonraları kafedeçalışarak harçlığını çıkartıyor bu sayede arkadaşlarıyla dilediği gibi gezip eğlenebiliyordu. Kendisinden başka iki kardeşi daha okula gidiyordu. Okul harcamaları dışında babasına yük olmak, kardeşlerine karşı bencillik olurdu onun için. Edebiyat okumasına rağmen ders kitapları dışında pek okumuyordu. Şairleri mecburiyet neticesinde biliyor onun ötesinde çoğu şiir onda hissi bir algı oluşturmuyordu. Benimle ortak ilgi alanları yoktu. Dürüst olmam gerekirse bambaşka iki insandık. Yalnızca güzelliği de değildi beni ona çeken, neydi peki? Yalnız kaldığım saatler boyu sadece bu fikri sorguluyor, mantığıma uyan hiçbir cevap bulamıyordum. 

Kendimi, kendi hükmümle bir başka acıya doğru sürüklediğimi hissediyordum. Elimde değildi. Her defasında kendimle kavgaya tutuştuğum gecelerden, onu görebilme ümidiyle sabaha eriyordum. Tüm imkânsızlıkların gözümde toz kadar ederi yoktu. İnsan, ruhuna zincir vuramıyordu? Bunu, bu yaşıma kadar elbette anlamıştım. Fakat kimsenin tahmin edemediği zamanlar vardır. Hiçbir şey hayal etmez, beklemezsiniz, günlerin yalnızca miadını doldurup geçmesidir kalan hayatınızın özeti. Benliğinize sardığınız zincirlerin, bir sabah kendiliğinden ufalıp yok olduğunu gördüğünüzde, kısa bir süre de olsa yalnızlığınızdan beraat edersiniz. Benim yaşadığım buydu.

Bir gün okul çıkışı kırtasiyede karşılaştık. Biraz solgun ve tedirgin buldum onu. Belli ki bir sıkıntısı vardı. Yine her zamanki kendimden beklenmedik bir cüretle “Evim hemen şu köşede. İstersen gel çay demleyeyim sana” dedim. Kabul etti. Zaten konuşacak birini aradığı her halinden belliydi. Belki de kim olsa gidebilirdi? Benim olmam çok da ayrıcalık yaratmıyordu onun için. Hem… Neyse.

“Kafede işler iyi değil. El değiştiriyor. Alan kişi de kendi elemanlarını getirecekmiş. Anlayacağın kovulduk.”

“ Araştırırız, başka yer bulursun. Dur bakalım hemen enseyi karartma.”

“Güldürme beni. Bu kasabada doğru dürüst çalışılacak kaç yer var ki… Hem de yarı zamanlı iş bulmak hayâl… “

Bir yandan meraklı gözlerle evimi inceliyordu. Hayret dolu ve ona çok yakışan inceden alaycı gülüşüyle;

“Hey! Ne çok kitabın var. Gören de seni edebiyat okuyorsun zannedecek?” dedi.

“E kasaba dedin ya işte. Başka nasıl zaman geçer burada.”

“Kimsenin zaman geçirmek için kitap okuduğunu sanmıyorum. Hocalarım bile okumamıştır bu kadar kitabı. Kahvehane köşeleri, çay bahçelerini tercih ediyor herkes pineklemek için. Kendini böyle geçiştirme, başkasın işte onlardan. Bu besbelli.”

“Öyle şeylere ilgi duymayı tercih ederdim. Daha az öğrenmeyi, daha az anlamayı. Her kitap, başka bir farkındalık yaratır insanda. Bu farkındalıklar arttıkça kendi kendini saf dışına atar insan, ötekileşir.”

“Oo… Büyük laflar bunlar.”

………

 

Hiç söylemedim ona sevdiğimi. Zaten söylesem de bir şey değişmeyecekti. Kendi ruhumda âşık olma hürriyetimi sonuna kadar yaşıyor, elimden geldiği ölçüde bunu ona belli etmemeye çalışıyordum. Gözlerinde aynı tutku yoktu. Beni bir erkek olarak sevmiyordu. Onun için ben, bu küçük şehirde danışabileceği bir akıl, güvenebildiği bir sığınaktım. Birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, anlaşılmak, insan ruhunun yaşamı boyunca aradığı en vazgeçilmez ihtiyaçtır. Hiçbir ortak yönümüz yoktu belki ama birbirimizi anlıyorduk. Ve bu ona yetiyordu.

Bense onun hayatıma girmesiyle bambaşka bir mevsimi yaşıyordum. Çoğu gün buluşuyor, yeni gelen filmlere gidiyor, sahilde yürüyor, bitmeyen bir doyumla sürekli konuşuyorduk. Yeni çıkan albümler, kariyer planları, bitirme tezi, arkadaşları… Konularımız hiç bitmiyordu. 

Bir gün kayıkla gezmek istedi. Deniz çarşaf gibiydi. Suyun içinde yüzen balıklar bir aynanın üzerinde hareket ediyor gibiydiler. Bütünüyle berrak bir gün. Ellerini daldırıp bir avuç su aldı denizden, yansımasına baktı. Sonra yüzüne sürdü suyu. “Bak,” dedi. “Bugün de yüzümüzü denizle yıkadık. Sen de ister misin? Kürekleri bırakmış, onu izliyordum. Etrafına merakla bakan parıltılı gözleri, her daim cıvıldayan neşesiyle küçük bir kız çocuğuydu. Koca bir hayat vardı önünde… Ne çok yol yürüyecek, ne çok sapaktan geçecekti. Elbet kendi yoluna gidecekti. Ben yolunun üstünde, dinlenip soluklandığı bir duraktım sadece. Bir bekleme durağı… Daldığım düşüncelerden hüzünlendiğimi anlamış olacak ki?

“Az kaldı okul bitiyor. Farkındayız bunun değil mi?” dedi, her zamanki muzip gülümsemesiyle.

“İyice vakit geçirdik birlikte. Sen olmasan burayı çok da iyi hatıralarla anımsamazdım. Sevilecek yer değil nereden bakarsan. Sevdiği şehirde yaşamalı insan. Hem belki gittiğim şehre beni ziyarete gelirsin. Arkadaşlarınla da pek vakit geçirmiyorsun. Biraz sosyalleş. Kapatma kendini eve, okuyacaksan da çık dışarda oku. Hadi söyle ne yapacaksın ben gidince?”

Ruhum bir kerpetenin kıskaçları arasında eziliyordu sanki. Ne yapacaktım onsuz?

“Bakakalırım,” dedim.

“Giden geminin arkasından mı?” dedi gülerek. “Orhan Veli mi geldi aklına?”

23 Haziran 2012, Cumartesi günü, saat 15.57 idi gittiğinde.