Pencerenin kalın perdelerini oldum olası çekmezdi, çocukluğundan beri karanlıktan korkardı. Odasına illaki ışık kırılmaları girmeliydi. Sadece tül perdeleri asılı kalırdı pencerelerde. Ayın aydınlık yüzü odasının duvarlarına perdedeki desenlerin yansıması vururken rahatlıyordu. Her gün yaptığı gibi o günde sabahın gün sökmemiş şafağında yeni bir umutla uyandığı günde yatağından kalktığı gibi akşamdan çıkardığı terliklerini ayağına geçirdi. Pencereye doğru yürüdü Makbule Hanım.


Oğlu huzur evine yerleştirirken geldiği ilk günden gün şartını koymuştu, illaki kalacağı odanın penceresi binanın giriş kapısına bakmalıydı ki oğlu ziyarete geldiğinde ilk pencereden görmeliydi.


Tülü hafif araladı. Uzaklarda görünen binaların hiç birinde ışıklar yanmıyordu. Ana caddeden tek tük geçen araçların farlarındaki ışıklar gece karanlığında asfaltı daha bir parlatıyordu. Lavaboya yöneldi. Tuvalet ihtiyacını giderdi. Elini yüzünü yıkadı. Seyrekleşmiş saçlarını taradı. Başını eğip üzerindeki kıyafetler içinden vücudunun kokusunu içine çekti. Dün yaptığı banyonun sabun kokuları hala vücudundan geliyor olmasına sevindi: “Oh misler gibi kokuyorum. Ahmet’im gelecek. Bana sarılınca sabun kokumu alacak. Ben ise ona sarıldığımda ilk kucağıma aldığımdaki kokusunu alacağım. Keşke gün bitmeden gelseydi. Olsun önemli olan gelmesi. Annelik duygularım ağır basıyor. Bu sefer biliyorum gelecek. Son gelişinde bana söz vermişti. Beni buradan çıkaracak, yanına alacak. Ve bekleyişlerim bitecek."


Makbule Hanım için saatler bir türlü geçmiyordu. Başucundaki çekmeceden çıkardığı bisküvileri avuç içlerinde ezerek pencere kenarlarına bıraktı. Yatağına gelip penceredeki bisküvileri gagalayan serçeleri izledi. Karınlarını doyurunca her biri kanat çırparak uçup gitmişlerdi. Kuşların karınlarını doyurmasını oğlu Ahmet’i süt dolu göğüslerinden nasıl beslediğini hatırlatırdı.


Kahvaltı için aşağı inmek istemediğini görevliye söyledi. Bir süre sonra tepsi üzerinde açık çayı, peynir, zeytin iki dilim ekmeğinin olduğu tepsiyi görevli kadın masasının üzerine bırakıp çıkarken ilaçlarını almasını da tembihledi. Her bir lokmayı ağzına attıkça başını yukarıya kaldırıp binanın dış kapısına bakıyordu. Bir lokma, iki lokma, üç lokma… Ağzına attığı her bir lokmayı sayarak çiğniyordu. Zamanın çabuk geçeceğine inanıyordu. İlaçlarını da aldı. Dizlerinin titrekliğine dayanamadı. "Yaşlılık ne zor." Cümlesine derinlerden gelen iç çekişleri de eşlik etmişti.


Pencere önündeki sandalyeye geçip oturdu. Tül perdeyi de çekti. Sol kolunun dirseğini pencere kenarına bırakıp avuçlarını yanağına yasladı. “Bina kapısından girerken Ahmet’in gelişini görmeliyim. Bugün artık benim de yalnızlığım bitecek. Giderken de şu odadan bir tane dahi kıyafet almayacağım. Gelecek olanlara kalsın. Son gelişinde Ahmet bana yenilerini alma sözünü de vermişti…”


Gün yarılanmıştı. Pencereden bakınca banklar üzerinde oturmuş anne oğul ya da baba kız sohbetlerinin derinliklerine kendisine ne kadar uzak yaşanacak sahnelerin olduğunu burun kemiklerini sızlattı. Boğazında dizilmiş, saplanıp kalmış kuru ekmek lokmalarını bir türlü yutamadığı, canını acıtan acı gerçek şu yaşını almışlığına hak etmediğini düşünüyordu. Dili, damağı kurumuştu. Boğazında saplanıp kalmış lokmaları ıslatmak için masa üzerindeki sürahiden bardağına boşalttığı suyu yudum yudum içti. "Gençliğimi de böyle yudum yudum mu içmiştim farkında olmadan..."

Bahçeden çocuk sesleri de yükselerek pencereden odasına giriyordu. "Demek ki torunları olanlar da gelmişti. Kim bilir belki Ahmet de çocuklarını bu sefer getirir." Aynaya baktığı suretine söylüyor olsaydı ayna, "kendini kandırma." derdi.


Bekleyişlerindeki yalnızlığın kor ateşi ruhunu acıtıyordu. Gözleri karardı. Başı döndü. Duvardan destek alarak tutuna tutuna artık ayaklarının ezberlediği odanın penceresinin önüne geldi. Dışarda kuşların sesine çocuk sesleri kol kala girmiş, ahenkli halay çekiyor hissi uyandırmıştı.


Dününde olan bugünün de olmayan gençliğine ciğerlerini şişiren iç çekişleri bugün daha fazlalaşmıştı. Yorulmuştu. Az evvel kalktığı sandalyeye tekrar oturdu. Huzur evine ilk geldiği gün, oğlu ayrılırken avuçlarının içine bıraktığı tespihi verirken: "Anne bak dün sana bu tespihi de almıştım. Unutmadan vereyim. Burada vaktin çok olur. Sıkıldıkça çekersin." Yeleğinin cebinden eksiltmediği tespihi aradı. Elindeki doksan dokuz tespih tanelerinin her birini “Ahmet, Ahmet, Ahmet...” diye çekiyordu.


Sabah kalktığından beri dönen baş dönmelerinin oğlunun gelecek oluşunun sevincine vermişti. “Geçer.” demişti. Geçmeyen tek şey umutlarla doğan her bir yeni günün sonunda yine karanlık çökecek, gecenin sessizliğine sokaktan geçecek tek tük araba farlarının yanıp sönen titrek ışık kırılmaları odasının duvarlarına vurdukça biten bir günle bitmeyen bekleyişi yine kalacaktı


Son günlerde ne çok baş dönmeleri yaşıyordu. Tansiyon muydu yoksa şekeri miydi çıkan? Üç adım ötesinde masanın üzerinde duran ilacını almak Kafdağı uzaklık mesafesi gibi geldi kendisine. Yatağına tutunarak kalkmaya çalıştığında son zamanlarda artan titreyen dizlerine direnç gösteremedi. Yerlerdeydi: Gerçek sandığı gölgeler bir bir odasına giriyordu. Makbule Hanım için her biri Ahmet’in ta kendisiydi. Kolunu uzattığı el uzak kalıyor, parmak uçları tam yakalayacakken oğlunun başka bir gölgesi daha beliriyordu. Hiçbirini de yakalayamıyordu. Boşluğa uzanıyordu elleri, parmak uçları. Duvarda asılı büyük saate baktığında akrep ve yelkovan yoktu. Bebekliğinin, çocukluğunun yıllarındaki kendisinden bir saat bile ayrı kalmaya dayanamayan Ahmet’in yüzü gelip yerleşmişti:

“Oğlum, hoş geldin. Ben de seni bekliyordum. Çok bekledim seni. Olsun, geldin ya. Artık benim de bekleyişlerim de nihayet son buldu. Biliyordum beni almaya geleceğini.“

Makbule Hanım heyecanlanmıştı. Hızla ayağı kalktı. Başı döndü…


Ölüm raporunda, “başını zemine çarpması sonucu beyin kanaması geçirip vefat etmiştir.” diye yazıldı...