Neyden kaçıyorsun, rüyandan mı, dedi. Gülünçmüş bu. Bu tersine adımladığın her şey gerçeğin ta kendisi, dedi. Evet, rüyadan kaçmanın kendisi bile. Sordu. Derinin üstüyle ya da altıyla ne yapacağın konusunda bir fikrin var mı? Gözleri elbisemin kırmızı kollarına bakıyordu.

Verecek bir cevabım yoktu. Çünkü yoksulluğa ilaç olsun diye kurulmuş ucuz, kalabalık, ter ve telaş kokulu bir semt pazarında; en edersiz tezgahlardan birinin ardında portakal satıyordum. Neden burada olduğu ve neden böyle konuştuğu hakkında bir ipucum yoktu. Umursamayışlarına bakılırsa yan tezgahtakilerin de fikri yoktu. Eğildi. İrice bir portakalı eline aldı.


Bak, dedi. Renklerin psikolojisini bilir misin? Pazarlama algısı açısından oldukça kıymetlidirler. Tanıtım denkleminde sıklıkla kullanılırlar da hatta. Portakalı çene hizasına kaldırdı. Turuncu mesela. Neşeli bir renktir. Ağırlıkla eğlence duygusunu temsil eder. Bu alanlarda pazarlanır. Sen de istemeden yapıyorsun bunu. Baksana, elbisen de stratejik bir hamle olmalı.

Hayır öyle değildi. Bunları ilk kez duyuyordum.


Üzerimdeki renkli elbiseyi yan apartmandaki Rizo teyze hediye etmişti bana. Gerçek adı bu değil, yalnız ben onu bu isimle çağırıyorum. Bir kere nedenini sordu, açıklayamadım. Israr etmedi. Oğlu bir etkinlik için kostüm olarak almış. Sonra beğenmemiş. Palyaçoyu andırıyormuş. Bir daha nerede giyecekmiş. Bizim oğlan hatırasına düşmandır yavrum, bir çiğit bile koymaz yarına. Al sen giy, valla bana olsa ben de giyerim, tertemiz elbise yahu, demişti elbiseyi poşete tıkıştırırken. Birkaç gün giymedim. Askılığa astım, birkaç kez kokladım. Evdeki diğer şeylerden daha temiz koktuğu kesindi. Sonra bir gün giyeyim dedim. Giydim. Atladım bisikletime. Baktım çocuklar beni fark ediyor. İnsanlar beni fark ediyor. Hayvanlar bile beni fark ediyor. Fark ediyorlar ve ilk kez tiksinerek bakmıyorlar bana. Başlarda biraz çekindim, sıkıldım, utandım ama sonraları alıştım hatta keyiflenmeye bile başladım bu görünürlükten.


Aynanın sol köşesinde, ne zaman astığımı bilmediğim, babamın kocaman dişli, yanak çukurlu, alaca sakallı güleç fotoğrafı beni böyle gördükçe daha bir gülüyor sanki. Annemin is kokulu hırkası askılıktan beni seyrediyor. Böyle giyinerek onu da yaşadığıma ikna ediyorum.


Tezgaha bir kadın yanaştığında yüzümdeki diyaloğu bozdum. Patron öyle tembihlemiş, müşteri varken kimseyle konuşma demişti. O da kadının varlığıyla geriye iki adım attı. Son derece kibardı. Sarı paltosu ve beyaz, kahverengi desenli gömleği onu benden daha görünür kılıyordu. Yüzüme bakmadan yüzüme sorular fırlatan kadına ezberimden cevaplar verdim. O ise sessizce olanı biteni seyrediyordu. Kadın portakallardan birini eline aldı; çevirdi, sıktı, kokladı. Sonra yüzüme baktı, yüzümü fark etti; ifadesini ekşitip bir şey söylemeden uzaklaştı, kalabalıkta kayboldu. O da kadının ardından baktı benim gibi.


Kalabalığın içinde baş başa kalınca o da portakalları süzdü. Alçak sesiyle onlara bir şeyler söylüyordu. Ceketini düzeltti, gömleğinin yakalarını düzeltti, pantolonunun üzerindeki tozları silkeledi, ayakkabılarına baktı. İşaret parmağını alt dudağıyla ıslatıp parlak kundurasının ucundaki lekeleri temizledi. Sonra tekrar ilgisini bana çevirdi.


Bütün iyi şeyler duyumsanan okkalı rahatsızlıklardan doğar. Biliyor musun? İlham dediğin ne ki? Çevir aklının pedallarını. Çevir. Daha hızlı. Daha hızlı. Kaçtığın şey asla kendin olamayacaksın. Bir şey yaparsın ve bunu yalnızca sen bilirsin. Bir şey bilirsin ve her şeyi unutturur bu bilgi sana.


Ayakkabı topuklarını birbirine vurdu. Bir oyun yazıyorum, dedi. Yirmi katlı bir binanın giriş katında yangın çıkıyor ve birkaç insan teras katta mahsur kalıyor. Onların hikayesini anlatıyorum, dedi. Ölüm korkusu, kurtarılma telaşı… Canını kurtarmak isteyen insanların tüm etik değerlerini yitirmesinden bahsediyorum. Sonu için bir fikrim yok ama. Senin var mı? Vardır vardır. Onca sene eğitim gördün. Tiyatro yazarlığı yaptın. Öyküler, şiirler yazdın. Bir ödülün bile var hatta. Biliyorum bunları.


Konuştukça anımsadım. Konuştukça bir alev büyüdü hırkamın altında. Sade renklere ve seslere dönüştü pazar yeri. Görüntüler silikleşti, sesler akışkanlaştı. Adam ilerlemeye başladı. Düştüm peşine. Hareketimle beraber meyve kasalarının üzerinden sıçrayan patron arkamdan küfürler savurdu. Adam olmayacaksın lan sen, kabahat bizde, dedi. Onu duydum, onu dinlemedim. Ağır adımlarımı koşar adımlara dönüştürdüm. Renklere çarpıyor; seslerin, telaşların, alışveriş poşetlerinin içinden geçiyordum. Yüzüme dokundum, derime ulaşamadım. Sade kemikti dokunduğum. Bisikletim neredeydi? Geri döndüm. Aynı manzaraları tersine koştum. Tezgaha ulaştım. Portakalların turuncu kabukları yola akıyordu. Yakamdan tuttu, silkeledi beni. Gelme lan bir daha dedi. Yüzünü seçemiyordum. Sol omzum sol omzuna çarparak geçti. Hırkamın kırmızılığı omzuna bulaştı. Hoşuma gitmişti bu: Onu sarsmak ve onda iz bırakmak. Bisikletimin kilidini açtım. İterek pazarın dışına çıkardım. Bir iki sendelemenin ardından dengemi sağlamıştım. Yine içinden geçtim renklerin, pencerelerin, kaldırımların, kalabalıkların. Eve vardığımda kapı aralıktı. Evimin kapısı bilmemkaç yıldır aralıktı. Hırkamı çıkardım, gömleğimi, pantolonumu, iç çamaşırlarımı, çoraplarımı. Aynanın karşısına geçtim. Kafamın tepesindeki birkaç tel saça baktım. Sonra elimle okşadım onları, her zamanki yöne taradım. Başımı yana çevirdim. Boynumu yukarı kaldırmaya çalıştım, yine olmadı. Önce solumu, sonra sağımı seyrettim. Boynumdaki birbiri üzerine istiflenmiş, hareketimi kısıtlayan pürüzlü et barçalarına dokundum parmak uçlarımla. Babam hala gülüyordu. Annemin hırkasını giydim üstüme. Çekmeceye koştum. Gazeteyi çıkardım. Annemin ve babamın küçük fotoğraflarına baktım. İlk kez haber olmuşlardı. Dokundum, yazıları okudum. Yine ve yine ve yine.


İstanbul, Fatih’te bir yangın.


Ahşap, seksen yıllık bina küle döndü.


Kapılar kilitliymiş. Çıkamamışlar.


İki kişi can verdi feci şekilde.


Bir de yirmili yaşlarda biri. O ölmemiş. Pencereden atlamış. Ama hayati tehlikesi devam ediyor. Henüz ölmediği için onun fotoğrafını habere koymamışlar. Yazarmış, geçen sene ödül almış bir oyunu.


Bir kahkaha. Bir kahkaha daha. Sonra bir daha. Bir daha.


Hayır o yangını ben çıkarmadım. Hayır. Çöpe döktüğüm sönmemiş izmarit ateşe dönüşmedi; önce kovayı, ardından kapıyı sonra da tüm evi sarmadı. Hayır. Eve girdikten sonra üç kere kilitlemedim dış kapıyı. Hayır. O oyunu bitirecektim ben. Uyumayacaktım. Kahve yapacaktım. Bir sigara daha içip dışarı çıkacaktım. Hayır. O son bardağı doldurmayacaktım.


Pazardaki adam yine geliyor işte. Son zamanlarda ne çok geliyor. Benim derim yüzündeki. Benden eriyip akınca o sahiplenmiş. Giydiği de benim gömleğim, benim ceketim.


Çantasını açıyor yine, bak bundan ne iyi giriş olur diyor. Yazmaya başlıyor:


Yangın, sol kaburgamdan içeri girdi ve evimde buldu içini.


O gündür bir yüzüm yok. Hissim, neşem, üzüntüm yok. Burnum, dudaklarım, kaşlarım. Yok. Gözyaşım yok. Beni gülümsetecek hisler hala var ama yüzümü gevşetecek kaslarım yok. Ağırlığını taşıyamayınca tanımadığım bir adama verdim hepsini.