Arabayı uçurumun kenarında durdurdu, tüm güzel manzaraların müptelasydı. Tüm güzel manzaralar, Tanrı’nın insanlara bir armağanı gibiydi ve bu armağana tefekkür etmek tapınmaların en mantıklısıydı. “Doğaya tapın” diye düşündü. Bir gün kocasına, “İnsanları hipnotize eden ayinler gün batımına karşı yapılmalı, öylesine çarpıcı ve etkili olurdu ki biz bile tapınırdık belki.” dedi. Kocası başını sallayıp “Haklısın, seninle ben böyle bir tarikat kuralım bence, hem nur gibi yüzün var, insanlar sakaldan yüzü görünmeyen çirkin heriflere bile tapınıyor, sen fazlasın bebeğim.” diye karşılık vermişti. Kadın gülüp içinden sen kıskanırsın ki diye düşünmüştü. Ne anlamsız şeydi şu kıskanma duygusu, sebebi neydi, kompleksler ve aşağılık duygusu mu, çok sevginin verdiği kaybetme korkusu mu, derhal kararını verdi ve içinden sevgi falan değil bu his tam anlamıyla bir aşağılık kompleksiydi, en azından kocasınınki öyleydi. Sevmek, başka yollardan da gösterilirdi, güvenerek mesela. Sevmiyordu kocasını ve çoğu huyunu. Babası, “Evlenme kızım, bu herifi gözüm tutmadı.” demişti ama dinlememişti işte. Tam da o yıl ilk defa babasına çok kızgındı ve hiç sevmediği bir erkekle babasına inat olsun diye evlenmişti. Başka hiçbir an ve zaman babasına kızdığı görülmemişti, nasıl bir denk gelmeydi bu. Ya da yalnız kalma korkusundan önüne ilk çıkana sarılmıştı işte. Ben de beni seven ilk erkekle evlenir, babamın yepyeni mutlu evliliğinin ışıltısına mani olmam diye düşünmüştü. Babası Cunda’da meyhane işleten bir kadınla evlenmiş, oraya yerleşmiş, kızını İstanbul'da bir başına bırakmıştı. Okulu yeni bitirip işe başlayan kız bu yalnızlıkta bocalamış ve hiç beklemeden babası yerine başkasını koymuştu. Şimdi de işte ayrılıp bebeğini de alıp babasına geri dönüyordu. 


Arabada bebeği Kuzey’i uyurken bırakıp kayalıklara doğru ilerledi. Güneşin batışını tüm ayrıntılarıyla izlemek istiyordu. Şimdi yalnızca gün batımının gökyüzünde oluşturduğu tabloya ruhunu teslimi ediyordu. Kayalıklardan aşağı bakmak tehlikeli ve korkutucuyken göğe bakmak -hem de tam güneş batarken- ne muazzam değil mi diyor babasına. Babası yanında değil ama onunla konuşuyor. Bebekliğinden beri en çok babasıyla konuşuyor. Bir gün babası, “bu tutkulu bağ kızıma zarar verir mi?” diye çocuk psikoloğuna başvurmuş o da adama kitabi cümlelerle cevap vermişti. Uzmanlar duyguları alınmış kitabi insanlardı. O yüzdendir babası her zaman işin ehlindense tutku ve duygularını ölçüp bunu mesleğine yansıtabilenleri tercih ederdi. Kayalıklara oturup ayağını boşluğa uzattı, içindeki boşluğu düşündü, annesinin bıraktığı o boşluğu. Yeşilin tüm tonunu ayaklarının altında görebiliyordu. Gökte bir elma vardı, düşseydi ya eşit ve kardeşçe. Tanrı’nın ayrımcılığı yüzünden babamla bir başıma büyüyüp onun sonsuz sevgisine maruz kaldım dedi. Kendi kendine. Kimse duymazdı nasıl olsa ve devam etti. Çocukken çok mutluydum, babamın prensesiydim. Beni yıkar, saçlarımı tarar, tatlı bir uykuya yatırırdı. Rüyamda annemi görüp üzülmeyeyim diye. Üzülmeyeyim diye okula bile yollamadı. Evdeki eğitimim bitip üniversiteye başladığımda ne yapacağını bilemez bir avukat adayıydım. Yüksek ses yahut tartışmalardan bihaberdim. Biri saçımdan yakalayıp al aşağı etse beni ne yapıyor bu komik komik diye gülerdim sanırım. Okul biter bitmez baro sınavlarına girdim ve ufak tefek davalarla uğraşırken benden 10 yaş büyük bir savcıyla evlendim. Agresif savcıdan bir de çocuğum oldu, hemen derhal. Eski mutlu günlerim sonlanmıştı. İnsan, evlendiğinde daha mutlu bir hayata adım atmalıydı, benim tam tersi oldu. Babamın sağladığı konforu başka yerlerde bulmam imkansızdı. Boşluk oluşmasın diye çabalayan babamın bana sunduğu sevgi dünyanın en kötü hatasıydı. Kocamın kıskançlığını anlamsız bulurken babamı diğer bütün kadınlardan kıskandım ve gittiğim her yere babamı ve çocukluğumun güzel anlarını götürdüm. Ben yüksek dozdaki sevgiden kaynaklı bir kıskançlıkla cebelleşirken babam belki de hayatının en mutlu dönemini yaşıyordu, bensiz. 


Arabaya, huzurla uyuyan bebeğine dönen kadın, buraya gelmeden bir ay önce izlediği Alice Müzikalini hatırladı. Kuzey Yıldızı:



Nasıl hayat orda

Senin yüksekliğinde

Burda şöyle böyle

Büyükler hep peşimde

Yüksekler de güzel de

Ben seni özlüyorum

Eğer çok çok özlersem

Kuş dili konuşuyorum

Begenegen segenigi segevigi yogorugum

Ben aslında sen olmadan hiçbir yere gitmiyorum

Bazen çok korkuyorum

Duvarda gölgelerden

Kaçmayı bilmiyorum

Bazı kelimelerden

Dans etmeyi öğrendim

Duvarda gölgelerle

Tam anlaşamıyorum

Ben de kelimelerle


Kuzey yıldızı

Begenegen segenigi segevigi yogorugum

Ben aslında sen olmadan hiçbir yere gitmiyorum

Begenegen segenigi segevigi yogorugum

Ben aslında sen olmadan hiçbir yere gitmiyorum


Müzikalin bu kısmında hüngür hüngür ağlayıp tiyatrodan fırlamış ve babasına -o her yere götürdüğü- dönmek için yeni hayatını geride bırakıp bebeğiyle Cunda’ya doğru yola koyulmuştu. Güneşin kızıllığı yerini akşamın karanlığına bırakırken o 120 km’yle eski düzenine kavuşmayı hayal ediyordu.