Yirmi beş yaşındaydım elimdeki tepsiye dağınık masadaki boş bardakları koyarken, fark ediyorum, yıllardır yaşamıyormuşum. Saat on ikiyi bulmak üzere ve yağmur üstümdeki tenteden hızla aşağıya akıyor. Bacaklarımı saran ağrıya savurduğum küfürlerin devamlılığını sürdürüyorum hâlâ. Ve şimdi boşalmış kafeteryayı toplamak için on beş dakikam var. Yuvarlak masalar asimetrik şekilde uzayıp gidiyor gözümün önünde. Sandalyelerdeki kırıntılar ve kahve lekeleri oturup dinlenmeme mâni. Rüzgâr, kışın sert soğuğunu tenimi yakarak getiriyor ve ben cebimden tütününün yarısı dökülmüş sigaramı titreyen ellerimle çıkarıyorum. Temiz bir sandalye bulabilirim. Ama oturursam geri kalkamayacağımın da farkındayım. Neden temizletmedi ki bunları patron? Gelen müşteriler neden umursamadı? Neden “burası pis, başka yere geçelim” demediler? Yanımdaki masaya dayalı duran, paslı demiriyle beni tedirgin eden süpürgeyle mi kovalamalıydım herkesi? Neden tav oldular kirli pankarttaki ucuz içecek listesine? Neden onları uyarmadım? Burası zehirli demedim, neden? Bakın, burada ben varım, istemediğiniz, kovaladıkça kovaladığınız ben varım, neden geliyorsunuz? Gidin, gitsenize, beş para etmez burası, ucuz işçi çalıştırıyorlar, yemek yok, ahlak yok, sidik kokan tuvalette (çünkü su bile dökmüyorlar) sevişen genç çiftler var burada, sıcak su atacağım üstlerine, koku yok etmiyor mu arzularınızı? Gidin buradan, yirmi beş yaşındayım, yaşamadım, yaşayamadım, görmediler beni karşılarında el kaldırırken, sipariş için mi sesleniyorsunuz sadece bana, lisede de ittiler beni arka sıralara doğru, her dönem birer sıra atlattılar bana, uzun da değildim üstelik, zıplardım fark edilmek için, yavaşça silikleştirdiler beni, itip kakamazlardı, güçlüydüm hepsinden, fikirlerimi astılar utanç panosuna, üzerimde hedef var gibi alayların ateşinden kaçamadım, karıştırdılar sonunda çantamı, buldular gizlediklerimi, yazdığım aşk mektubunu sesli okuyarak yüzüme kahkahalarla baktılar mektubun muhatabı bakmazken, kıpkırmızı olan yüzümü unuttular, aynalarda hatırladım ben oysa, düşüp kanatınca dizini ben bitiverdim yanında, ağlamaklı yüzünde beni ilk kez fark edişini hatırlıyorum, on bir A’nın hükümlerine baş kaldıran bir şövalye, on iki A’nın başlangıcına kadar uzanan bir aşk, kısa kahve saçlarda tombul parmaklarımın dolanışı, dizinin acısını unutturmuştu ısmarladığım kahve, acı kahve sevdiğini söylemişti bana, bol şekerli kahvelerimiz yarım kalmıştı, her gün evine kadar eşlik etmelerim kahverengi gözlerini parlatmasıyla taçlanırdı, kimsenin fark etmediği bir ergeni fark ediyordu o, şiir yazardı bana, kelimelerinin karmaşası arasında çılgına dönerdim, yazmayı denedim, beceremedim, “Sen yokluğun içinde bir gizemsin, Bırak unutsunlar içinde sen olan her şeyi, Ben hatırlarım…” ile başlayan şiirini okurken nefesini tutuyordu, bense nefesini saymayı bırakamıyordum, ben çiziyordum sınıfın en uzak yerinden onu, defterim karakalem çalışmalarımı onun üzerinden inşa edişime tanık oluyordu, sayfalarca o, bazen yemek yerken, bazen bir soruya parmak kaldırırken, bazen uyuklarken, bazen yalnızlığımızın bizi buluşturduğu ve dizinden akan kanın damladığı yerde dururken, kimse onu fark etmezken, benim gibiyken, itilmişken hayattan, kendi dengini görememişken, alay edilmişken, kızarmakta zorlanan yanaklarını bile verilen hükümle kızartmışlarken, annesinin ve babasının ölümüne şahit olmuşken, bileklerini kesmeye çalışırken ve beceremezken, ömür boyu o izleri taşıyacağını öğrenirken, sıcak günlerde bile uzun kollu kıyafetler giyerken, avuçlarının içine kadar sündürürken, onu izlediğimin farkına varmasına rağmen dönüp bir kere bile bakmazken, saçlarını kulağının arkasına koyarken ve kulaklarının ne kadar harika olduğunu fark ederken, saldırıya uğradığımda ikimizle alay edilirken, tepkisiz kalmışken, sonrasında onlara nefretle bakarken çizmiştim onu, ona göstermedim tabii, onun şiirleri benim saçmalıklarıma karışsın istemedim, bazen durup bakardı sıska yüzüme, benden gitmek istediğini düşünürdüm, şiirlerini bile aylar sonra okumuştu bana, yüzlerce şiir vardı defterinde, “kimse okuyamaz” derdi, “ama sana okuturum” deyip saçımı dağıtırdı, onun güzelliğine yakışmaya çalışırdım, gömlek giyme alışkanlığımı onunla kazandım, siyah giyinirdi hep, hep yastaydı, “çürüyor ruhum” derdi, gülümsesin diye komiklik yapardım, aniden sönüverirdi etrafındaki renkler, dalıp dalıp giderdi yanımda, duygular uzaklaşırdı sanki benliğinden, teyzesinde kalırdı, yaz tatiline onsuz gitmelerine aldırmamıştı hiç, evine davet etti beni, boncuk boncuk terleyerek tırmandım elli yıllık apartmanın merdivenlerini, biri görecek diye ödüm kopuyordu, sağdan soldan duyduğum cinsel şeyler canlanırdı kafamda bazen onun yanındayken, elini ilk kez tuttuğumda titreyen bacaklarımı fark edip gülümsemişti bana, dudaklarını ilk kez öptüğümde ne yapacağımı bilememiş hareketsiz kalmıştım, dudaklarım sabitti ve öne uzatmıştım, kapıyı açtığında kolumdan tutup içeri çekti beni, bana sarılıp yanağımı öptü, “iyi ki geldin” deyip hazırladığı sofraya oturttu beni, yarım kalmıştı yediklerimiz, ellerimi tutup odasına sürükledi beni, içimde bilinmezliğin heyecanı vardı, yan yana uzanıp gözlerimi tavana dikerken ellerimiz buluştu, çocuksu sevişmelerin ve tatlı öpüşlerin etkisi altındaydım, yavaş yavaş kapattı gözlerini, kollarımda uyuyordu, uyurken çıkardığı hırıltıyı dinlemiş ve onun varlığının şahidi olmuştum, hava kararınca gözlerini açıp yine o sert bakışlarıyla “gitmeni istiyorum” demişti, nedenini bile soramamıştım, yaz sonu yaklaşıyordu, eylülün başında açılacak okul için günler sayıyordum, onu bir kez daha görebilmeyi iple çekiyordum, yaklaşık bir aydır ondan haber alamamış ve yaşadığı eve gitmeye cesaret edememiştim, okulun ilk günü geldiğindeyse o yoktu, sınıfa giren öğretmenimiz gergin ve bir şeyler demeye çalışıyor gibi duruyordu, derin bir iç çekip “arkadaşlar” dedi, “maalesef… başımız sağ olsun…” deyip bitirmişti cümlesini, o yoktu artık, bir gün önce yarım bıraktığı işi tamamlayıp hayatına son vermişti.

  Parmaklarımın sigara ateşiyle yandığını hissederek fırlattım elimden sigarayı. Kafamı kaldırdığımda patronla göz göze geldik.

  “Temizlik bitmemiş! Seni mi bekleyeceğim?” dedi patron. Öfkeli görünmeye çalıştı. Ne diyebilirdim ki? Elinde şemsiye ve yarım bira şişesi varken ciddiye alamadım onu. Evet, her gece içerdi para sayarken. “İçmezsem odaklanamıyorum” derdi. Ağzının kenarında sigara olurdu. Eliyle içmezdi, paraya odaklanırdı. Beyaz bıyıkları gün geçtikçe daha fazla mı sararıyordu yoksa ben mi ayırt edemiyordum? Saçları otuz yaşına varmadan dökülmüş, sol elinin üzerine kaynar çaydanlık düşmüş (yanık izi belli oluyor), boyu ortalamanın altında ve sapsarı dişlerine odaklanınca sağ köpek dişinin kırık olduğu anlaşılıyor. Kumaş pantolonu çok bol olduğundan kemerine kendi delik açmış, yeni ayakkabı almayı sevmediği için sürekli ayakkabısını tamir ettirirmiş, sarı filtreli sigara içmeye alışmış, sürekli sigara ve ter koktuğunun farkına varamamış, gençliğinde dolmuş şoförlüğü yaparmış, sağ bacağı sol bacağından iki santimetre daha kısa olduğu için çürük raporu alıp askere gitmemiş, yirmi dört yaşında evlenmiş, eşini annesi seçmiş, yirmi beş yaşında baba olmuş, kızına “Asiye” ismini vermiş, yirmi yedi yaşında bir kızı daha olmuş, bu kızına ise “Gül” ismini vermiş, yirmi sekiz yaşında bir kızı daha olmuş, buna da “Kezban” demiş, oğlu olmasını istiyormuş ama otuz yaşındayken eşi kanserden vefat etmiş, otuz üç yaşındayken annesi, otuz sekiz yaşındayken babası vefat etmiş, kızlarıyla pek ilgilenememiş, ablası sahip çıkmış onlara, kırk dört yaşındayken otuzlarında bir kadınla tanışıp evi terk etmiş, elli yaşında bu kafeteryayı işletme hakkını elde etmiş, yıllardır da burayı işletmeye çalışmış.

  “Neyse, yarın erken gel hallet buraları, şu bardakları içeri koy, kilitliyorum kapıyı, acele et, saat on iki buçuk oldu, koş lan, yarın erken geliyorsun, hadi git, tamam.”

  Benden önce yalnızlık vardı. Yeryüzüne ilk inişiyle parçalara ayrıldı. Her bir parçası başka başka insanlara sirayet etti. Hepsi çocuklarına emanet etti bu yazgıyı. Ve şimdi benim ruhumda bütün parçalar bir araya gelerek asıl “beni” oluşturdular. İşte bu düşüncelerle geçiyordu zamanım. Üniversiteye geçtiğimde uyum sağlar hale geldiğimin farkındalığı, bu yalnızlık teorisiyle; hayatımı yeniden kurabileceğimin inancıyla hareket etmelerim de kimi zaman bir yabancıda, kaybettiğim sevdamın hayaletini görmelerimle dalgalanıyordu. Yalnızlık… Sağanak… Sağanağı hep sevmiş olmama rağmen günün ıstırap verici yorgunluğuyla ıslaklık birleşince içimden lanet etmeden duramıyorum. Neden kimseler yok bu saatte burada? Bir tek ben ıslanıyor olamam! Işıklar yanıyor görüyorum. Biri davet etse ya beni evine. Birisi sıcak bir kahve verip kurumamı beklese. Sarhoş patronumdan başka konuşacak birisi olsa. Durak… Sığınıyorum oraya. Islanmak istemiyorum artık. İlk dersi kaçırmıştım zaten. Şemsiyemin sapının kırık olduğunu evden çıkarken fark ediyor oluşumun cezasını çekiyorum. Botlarımın içine su sızdırdığını fark ediyorum. Biri daha var, yanıma doğru gelen bir silüet, şeffaf bir şemsiyesi var, ıslanmadan gelebiliyor, simsiyah ve düz saçları parıldayarak beline kadar uzanıyor, simsiyah gözleri bembeyaz teninde ilk fark edilen yer oluyor, ince bir sigara götürüyor dudaklarına, sigarasından ne kadar derin bir nefes çekse de dolgun yanakları içeriye göçmüyor, üzerinde yeşil bir trençkot, dizine kadar uzanan botlarla kendinden emin yürüyor, boyu benimle hemen hemen aynı, elinden düşürüyor sigarayı, paketini çıkarıyor cebinden, bir sigara daha koyuyor koyu kırmızı dudaklarına, çakmağın taşına parmağını sürtüyor, yanmıyor sigara, cebimden çakmak çıkarıyorum, “buyur” diyorum, gülümsüyor, “teşekkür ederim Mazhar” diyor, ben de dudaklarıma bir sigara götürüyorum, “otobüsün gelmesine on beş dakika daha var” diyorum, bu durumun dersi kaçırmak için bahane olacağını ve kahve içmemizin daha iyi olacağını söylüyor, koluma giriyor, tepkisiz kalıyorum, şemsiyesi ikimizi de kucaklıyor, orta şekerli Türk kahvesi içiyoruz, peş peşe sigaralar yanıyor, mezun olmamıza ayların kaldığını anımsıyor, iş bulma telaşesi içinde olduğunu anlatıyor, ben sadece dinliyorum, hatırlıyorum, iki yıl önceyi hatırlıyorum, yağmur diniyor sonunda ve plaja koşturuyor herkes, altı kişiydik, suyun içindeydik, hissedilen hava sıcaklığı kırkları aşmıştı, öğleden sonra gelip güneş batmak üzereyken ayrılmıştık oradan, üç erkek ve üç kızdan oluşan kafilemiz iki çift ve iki bekar olarak dağılım gösteriyordu, uzanmışım kumsala, ayaklarıma vuruyor denizin dalgaları, kumlar dökülüyor teninden, güneş vurdukça daha fazla parıldıyor saçları, yine beline kadar uzuyor, kısık gözlerle bana bakıyor, yanıma uzanıyor, bir çocuk önümüzden geçiyor, insan kalabalığı biraz daha azalmış, arkadaşlarımız bizden uzaktalar, yüzüyorlar, bizi unutan çiftleri biz de unutuyoruz, sağ omzundaki bene takılıyor gözlerim, dokunuyorum, yanağımdaki kumu temizliyor, gözlerinde kendimi görebiliyorum, aylarca süren birbirimize kaçamak bakışlarımız ve sabahlara kadar telefonda konuşmalarımız ve kalabalık ortamlarda yalnız bana bakarak gülümsemesi ve onun yanına her gelişimde cebimden sevdiği çikolatayı çıkarmam ve fırsat buldukça başını omzuma yaslaması ve kütüphanede vize zamanları sabahlarken sabaha doğru yan yana sızıp kalmamız ve elleri ellerime kazara değdiğinde içimizde hissettiğimiz ürperti ve arkadaş grubumuz haricinde de buluşmalarımız ve bu tatile gelmeden önce bir akşam vakti bana sımsıkı sarılması bir kavram altında toplanıyor o an, sokuluyoruz birbirimize, öpüşüyoruz, varlığımı bir ruhta yeniden şekillendirebileceğimi bile bilmezken onun bedeninde benim zaten bir parçam olduğunu hissediyorum, o geceyi ayrı odalarda geçirmiyoruz, sırayla tebrikler yağıyor bu habere, “Mazhar, geçen yıl sessiz sakin bir adamdın, bu yıl aştın kendini” diyorlar bana, “sanırım aşık oldum” diyorum, “çok yakıştırıyorduk sizi zaten” diyorlar, birbirimize bakıp gülümsüyoruz, derslere beraber giriyor ve gecelere kadar beraber vakit geçiriyoruz, “niye dalıp dalıp gidiyorsun bazen?” diye soruyor, anlatamıyorum, “senin de kendini öldürmene izin veremem, beni bırakıp gidemezsin, yalnızlığımı benden almışken beni terk edemezsin” diyemiyorum, kavga ediyoruz sürekli, ona ölen sevgilimden bahsettiğimde bir an gözlerinde “iyi olmuş” ifadesini görür gibi oluyorum, yakıştıramıyorum ona, “ben yanlış görmüşümdür” diyorum, “kahven soğudu, yine daldın” diyor, “bana söylemek istediğin bir şey var mı?” diye soruyorum, sigara yakıyor, bacaklarının titremesini hissediyorum, “yürümüyor artık, farkındasın sen de” deyip sigarasını küllüğe bastırıyor, doğum günümde bana aldığı kitapları karıştırırken altını çizdiği satırları okuyuşuma sinirlenirdi, “öyle olmaz, okuyarak gel o satırlara, belki çok farklı anlamlar yatıyor bir önceki cümlesinde” derdi, bana aldığı tüm kitapları okurdum ben de, kitaplara gizlediği şifreleri çözmeye çalışırdım, bazen onu karşıma alır ve tüm detaylarıyla çizerdim, bayılırdı kendisini tablolarda görmeye, “sonumuz ne olacak, bilmiyorum ama ruhlarımız bedenlerimize karıştı” derdi, zaman geçtikçe içimdeki beni yanıltıp terk etmeyen yalnızlık rahatsız eder oldu onu, eski sevgilimi suçlayıp bana bağırırdı, öyle anlarda onu da o karanlığa hapsetmemek için ellerini tutar ve dudaklarını öperdim, hemen sakinleşirdi, uyurduk, ben kalkar balkonda sigara içerdim, “nasıl istersen” diyorum, “susup duracak mısın karşımda? Hep böylesin zaten, tek yaptığın susup durmak” diyor, sakinleşiyor, “biri var Mazhar” diyor, susuyorum, “yoruldum senin ruhsuz duruşlarından, yıllarca sabrettim, yıllarca didindim, beni sevdiğinden hiç şüphe etmedim, ama senin içinde başka bir şey var, çevrendeki herkese acı veren bir şey var, senin içinde kimseyi dahil edemediğin bir yalnızlık var, bu yüzden hiç mutlu olamayacaksın, sana her şeyimi sundum, her şeyim oldun, her şeyin oldum ama artık seninle savaşmaktan çok yoruldum” diyor, susuyorum sadece, gözümün önünden yaşadığımız her şey geçiyor, susuyorum, ellerini tutup “beni bırakma” demek istiyorum, “nasıl başka biri var dersin?” demek istiyorum, “seni seviyorum” demek istiyorum, susuyorum, ağlıyor, “gitme de, lütfen!” diyor, susuyorum, ellerini uzatıyor, tepki vermiyorum, gözlerini sildi elleriyle önce, apar topar uzaklaştı yanımdan, şemsiyesini unutmuştu.

  Evden içeriye adımımı atar atmaz “hoş geldin” diyen iç sıkıntısını bir kenara itmeye çalıştıysam da başaramadım. Tekli koltuğuma oturup sigara içmeye başladım. Yalnızlığım, uzun zaman önce dışlanmışlıktan kaynaklanıyorken zamanla bir tercih halini aldı. Şimdi bakıyorum çevreme, kimsecikleri barındıramamışım. Evime kimseleri alamamışım. İnsanlar birbirleriyle tamamlanırken ben eksik kalmayı göze almışım. Şimdi kimsesiz duvarlar arasında bir başınalığın verdiği huzursuzlukla geçmişi düşünüyorum sadece. Geçmişte yaşamak istiyorum. Varlığım şu anı terk edip gitsin ve geride bıraktığım kimseler arasında yeniden hayata döneyim istiyorum. Artık tek yapabildiğim tekli koltukta sigara içebilmek. Yerimden kalktım. Dolabın içini biraz kurcaladıktan sonra şemsiyeyi buldum. Onun dokunduğu son şeyi elimde tutmanın muzip ifadesiyle montumu geri giydim. Hiç kullanmadığım bu şemsiye artık daha fazla kendime benzetemezdim. Ben de o yüzden dışarıya çıktım. Sağanak yağmurun altına bıraktım kendimi. Şemsiyem vardı. Korkmuyordum ıslanmaktan artık.