Hatırlamakta epey zorlanıyorum artık, kime intikam borcum vardı, kime vefa, kim iyiliğimi istemişti, kim yokluğumu. Bir süredir kaçıyorum aynalardan, kendi suretimle karşı karşıya kalmaktan. Yüzümü görmedikçe de kimden alacaklı olduğumu unutuyorum; kimin bana bir hayat borcu olduğunu. Annem "Affet gitsin" demişti ölürken, yarım yamalak, aklı bir an için yerine geldiğinde. Kimi affedeceğimi yıllardır bilmiyorum. kimi affettirmeye çalıştığını bilmiyordu ölürken o da. Yani biliyordu da tanımıyordu. "Affet kızım.”


Tımarhanede doğdum ben...


Haftanın hemen her günü çekmeceleri karıştırıyorum, amaçsız. Kendimi rahatlattığım, kendimi unuttuğum, kendimi hissettiğim, kendimden uzaklaştığım, yaparken kendimi sevdiğim belki de tek şey bu. Bence çekmecelerin yegane işlevi unutturmaktır. Şaşırtmak, afallatmak, yumuşatmak, acaba dedirtmek. Saklamak, göz önünden çekmek ve hafızadan süpürmek. Çekmeceler metrelerce derindir o yüzden. Öyle çok şeyi içlerinde tutarlar ki insan bilse çıldırır. Ellerimi içinde gezdirdiğim bu çekmece de öyle. Şifonyerin beş çekmecesinden en alttaki. Üzerinde annemin fotoğrafının durduğu çerçevenin, iki mermer kaideli pirinç şamdanın, altın yaldızlı çerçeveli bir manzara fotoğrafının durduğu şifonyerin en alttaki çekmecesi. Tam önünde yere oturup bağdaş kurup saatlerce ellerimi yüzdürdüğüm, hayallerimi yüzdürdüğüm, lanetlerimi yüzdürdüğüm, annemin cesedini yüzdürdüğüm, mektupları yüzdürdüğüm, artık ezberlediğim mektupları yüzdürdüğüm, gözyaşlarımı yüzdürdüğüm çekmece. Bir sürü mektup... Her defasında bir ayin gibi, hep aynı sırayla ve titizlikle, hep aynı düzende diziyorum hepsini sidik lekeli, eski, yeşil kadife koltuğun üzerine. Annemin, ölmeden önce bir ay yattığı koltuk. Altındaki bezden sızmış sidik, belki ilaçların etkisiyle neredeyse kahverengi olmuş; sildim çıkmadı, azaldı günden güne. Atmadım koltuğu.


Atamadım.


O en alt çekmecede yıllardır duran ve yıllardır açıp dizip okuyup ezberlediğim, kurşun kalemlerle yazılmış, bazı harfleri silinmiş, kararmış, artık dağılmaya yüz tutmuş mektuplar tamı tamına altmış bir adet. Kat izleri bir sürü kelime yutmuş. Katlanınca birbirine değen harfler birbirini yemiş. Ben artık ezberlediğim için biliyorum ama ben öldükten sonra bulacak kişi o silinen kelimeleri bilemeyecek. Gerçi merak bile etmez herhalde. Hatta kimse bulmaz herhalde. Ben ölünce... Bu hikaye de bitecek.


Annem "kırma" bir kadındı. Kırılanlardan. Kırılarak kurtulanlardan. Kırılarak yaşamayı başaranlardandı, saklananlardan. Ki duyguları, anıları bile başla şekilde yoğrulup mayalanmıştı, tatları değişmişti. Devşirilen, unutturulan, ruhu sökülen tüm diğerleri gibi. Kendi hatırlamıyordu bile. Korkusu gözlerinde aryalar inletmişti oysa. Yeri göğü çınlatmıştı. O hatırlamıyorduysa da ben hatırlıyorum; koynunda değil karnındaydım üstelik.


Bir çığlığın aynı anda nasıl hem isyan hem de kabulleniş anlamına geldiğini annemden öğrendim ben. Dokuz yüz on beş yılı, ay nisan... Tohumlarını serpmişti toprağa, tanımadığım asker babam, aslan babam! Ben babamın adını bilmiyorum. Annem de "kocasının" adını, kim olduğunu bilmiyordu. Görememişti yüzünü karanlıkta. Ölümden kurtuluş için susarak kabul ettiği bir sözleşmeydi, onun on dakikalık "evliliği.” Neyse ki canı bağışlanmıştı, belki bir anlık pişmanlıkla. O gece can suyum, annemin gözyaşları oldu, hemen büyüdüm. Bir gecede, doğmadan.


Annem ne güzel kadındı... Solmadan önce.


O gün, gecenin köründe kimsenin duymadığı jilet gibi bir çığlık kesti tüm yıldızların damarlarını. Gök daha da kararıp çöktü güzelim evin damına. "Babam" hırsla tohumlarını serperken annem içinden ağıtlar yakıyordu. Çünkü biliyordu ki artık hayat eskisi gibi olmayacak, artık hayat diye bir şey olmayacak. Çok sevdiği Fırat'ı düşündü bir anlık. Tek bir kez bir feryat kopardı. Sonra o sert el, kan kokan o el, kokusu yıllarca annemin burnunda kalan o el, babamın eli, örttü annemin o güzel dudaklarının üstünü. Susturdu. Aman ben her şeyi duydum, hepsini kulaklarıma ezberlettim;

"Ahh elden gidiyorum! Ölüm niye arandığında ortada olmaz? Yıkıl ey dağ! Varlığın hep boşa! Ömürlerin ziyan edilişini alkışlar tutarak izleyen mevsimlerin de varlığı hep boşa! Yıkılın!"


İşini bitirip koşa koşa geldiği gibi gitti adam... Babam. Kapıyı bile çarpıp kapatmadan çıkıp gitti. Saatlerce orada yattı annem. Günlerce orada yattı. Sonra delirdi. Delirdi annem. Dağıldı sokaklara. Bir şeyler ağlıyordu çenesi titreye titreye tam içinde. Bendim o. Biliyordum; tecavüz bebekleri lanetli doğmaz ama lanetin kökünü hatırlatır… Kordonlarının bir ucu hep öfkeye bağlıdır ve sığmazlar kundaklara.


O günden sonra sokakta enkazlar arasında bir yer buldu kendine annem. Orada kendinden geçti. İki günün sonunda uyuyabildi. Uyanık olduğu her an her gece göğüm izledi. Sokakta, yattığı yerde. Her şeyin şahidine dikti gözlerini günlerce, hesap sordu. Sonra bir gece çığlık çığlığa kalktı yerinden, koştu, koştu. Koştu. Bir şey parıldadı yerde, ay ışığının altında, bir saniyeliğine. Yine başladı koşmaya. Elinde, yerden aldığı, parlak cam, bir kırık şişe... Isırdı, çiğnedi. Dili, damağı paramparça... Sapladı sonra karnına, sapladı bana. Ölmedi. Ölmedik. Duyuyordum... Deliliği dalga dalga yutuyordu sokakları. "Cam kırıklarını çiğnemek gibi bu!" diyordu, dudaklarındaki kendi kanı değilmiş gibi. "Alın bu lanet göğü üstümden, sesini, soluğunu alın!"


Ağlamıyordu annem, haykırıyordu annem, yalvarıyordu annem, isyan ediyordu annem; "Beni bu hayattan, bu lanetli masaldan muaf kılın!"