Estergon’dan ısmarladığım efsaneyi taşıyan geminin Ciğerdelen’de enkaza dönüştüğü haberi gelince, alelacele bir rica mektubu yazdım muktedirlere. Bir tankın ardına bağlayıp sürükleye sürükleye bir buçuk ayda getirdiler, yollarda dökülenlerden kalanları.

Enkaz sokağın başında üç hafta kadar öylece durdu. Görenler gözlerini kaçırdı, yollarını değiştirdiler. Perdelerini örttüler sıkı sıkı. Hala orada mı diye baktılar, o kadife perdelerini küçücük aralayıp.

Bir sabah bir kadın gördüm, karalara bürünmüş. Bir şey arar gibi, deli deli bakınıyor yıkıntının içinde. Koştum vardım “Hanım, bu benim efsanemin enkazı. Ne arıyorsun sana ait olmayanın içinde?” diye söylendim. Oturup ağıda durdu, bilmediğim bir dilde. Dövünerek değil de usulca, ileri geri sallana sallana. Camlardan sarktı herkes. Dediler ki “Eyvah! Enkaz, bir kadın doğurdu, hayırlara inşallah!

Baktım elinde bir siyah-beyaz fotoğraf, yarısı yırtık. Aldım elinden, dikkatle baktım. Bir kadının boynundan aşağısı var sadece; yüzü, yırtılıp yitmiş olan tarafta kalmış. Arkasına baktım, “Mathilde, 1915” yazıyordu. Geri verdim fotoğrafı ve “savaş ya da kıran artığı bir enkaz değil bu, bir efsane enkazı!” dedimse de inandıramadım. Dillerini damaklarına sürtüp cık cıkladılar pencerelerden sarkanlar, ayıplayan devrik gözlerle. Enkaza çişini yapan bir köpeği kovalamaya çalışırken, attığım adımla bir çatırtı duyuldu adımımın donduğu yerden. Kadın ağıdını susturdu, ikimiz birden eğilip baktık kırmızı terliğimin atında az önce çatırdayana; küçük, çürümüş, bir tahta sandık. Nedense korkarak çektim yıkıcı adımımı üzerinden, sandığı elime aldım. Tozunu üfledim, avucumun içiyle sildim. Kırıldığı için bir anlamı kalmayan kilidine baktım, garip bir mühür basılı, siyah, metalden. Kırılan yerden zorlayıp parçaladım sandığı. Karalara bürünmüş kadın da iyice sokuldu yanıma. Bir yırtık kağıt parçası duruyordu içinde; üzerinde “Janet” yazan. Çevirdim baktım siyah-beyaz bir fotoğraf, yarısı yırtık. Bir kadının boynundan yukarısı var sadece; vücudu, yırtılıp gitmiş olan tarafta kalmış. Ben!!! Karalara bürünmüş kadın çığlık çığlığa bağırmaya başladı; üzüntü mü neşe mi anlayamadığım bir şekilde. Fotoğrafı kaptı elimden ve kendi elindeki fotoğrafla birleştirdi. Fotoğrafın yırtıldığı fay hattı iki parçayı kusursuzca birleştiriyordu. “Janet Mathilde, 1915”. Yine bilmediğim aynı dilde bir şeyler söylemeye başladı kadın, bu kez gözleri gülerek. Artık pencereden kimse sarkmıyordu. Etrafa bakındım, tüm perdeler kapalı ve sokak bomboştu. Hiç bilmediğim bir yerde bir enkazın içindeydim. Elim, yüzüm, saçım kan ve toz karışımıyla sıvanmış, dişlerimin birkaçı eksikti. Karalara bürünmüş kadın ölü yatıyordu ayaklarımın dibinde. Patlama sesleri duydum uzaktan ve bebek ağlamaları. Kıpırdanmaya çalışınca fark ettim ki sağ ayağım bilekten kopuk. Acı hissetmiyordum. Bana ait olmayan ve hissedemediğim bir bedenin içine konmuş gibiydim. Neresi, hangi felaket, hangi tarih ve neden diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Bir el değdi sırtıma sertçe.

***

Dakikalardır nefessiz kalmış gibi ağzım sonuna kadar açık, derin ve gürültülü bir solukla uyandım. İçeride doktorlar koşturuyordu. Birileri bir şeyler enjekte ediyor, birileri elektroşok cihazını sarkık ve artık sönmüş memelerinin üzerine bastırıyordu. Cihazdan gelen kesintisiz ses ve o düz yeşil çizginin anlamını biliyordum. Babaannem ölmüştü. Bilinen, ama inkar edilen zehir hikayesiyle çekip gitmişti Janet Mathilde.