Ayağımın altından akıp giden asfaltın sertliğini acıdan hissetmediğim bir düzlükte, tamı tamına dokuz kilometre yol, ışıklar içinde ama kapkaranlık. Yürüyor muyum, yoksa duruyor muyum, kafam gidip geliyor ama bu sefer ayığım. Temiz temiz acıyor canım. Hissettire hissettire geliyor fark edişler. Uyuşuk falan da değilim. Kafam gidip geliyor çünkü şimdiye kadar yürüdüğüm bütün yolları ihtimaller üzerine yürümüş olmamın getirdiği tiz bir kahkaha ve şiddetli bir tokat hissediyorum yüzümde. Dokuz kilometre boyunca kendimden nefret etmemin her türlü sancısını hissediyorum. Durduk yere içimden yükselen alevler hissediyorum. 


İlk üç kilometre sonunda bir hastane görüyorum.

Şu an yanımda olması gereken tek kişi ve ellerim onun ellerinden koparılmış. Artık onu yanımda bile istediğime emin değilim. İlk sancı giriyor ve öyle sert ki yere yığılmamak için köşedeki bakkalın kepenklerini tutuyorum. Tüm bu yolu, ben demiştim, demeni duymak için mi yürüdüm? Bana benim suçum olduğunu söylemene gerek yok ki, bunu kendim de yaparım. Neden artık beni yargıladığını düşünüyorum? Neden artık yanımda durmadığını düşünüyorum? Bak ben yalnız hissediyorum. Konuşamıyoruz. O hastane koridorunda ellerimi ellerinden ayıran adamı mı suçlayalım şimdi? Beni mi suçlayalım, seni mi? 


Sonraki üç kilometre sonunda kahreden bir özlem basıyor.

Bir yokuşun başında durup aşağı doğru akıtıyorum ne kadar irin varsa içimde. Yürüdüğüm kilometreleri orada, onun için, var olmadığım yıllarla karşılaştırıyorum. Bir sancı daha. İnsan ne kadar haksız olursa olsun sarılıp kollarının arasına saklanacak birini arıyormuş. Ne kadar güçlü olursa olsun bacakları titrediğinde kolunu omzuna atabileceği birini bekliyormuş. Bir zamanlar elimdeki poşeti sallayarak koştuğum o yokuş hiç bu kadar dik ve bu kadar karanlık olmamıştı belki. Herhangi bir şey sorgulamadan açtığın kolların için saygımdan ve sanki birbirimiz için hiç değerli olmamışız gibi sessizce gidişimin utancından, o yolun başında senin için beş dakika da olsa kımıldamadan baktığım karanlığa ağladığımı bil olur mu? Çünkü seni geri kalan hayatım boyunca bir daha göremeyeceğim ve bu sana hala ihtiyacım olduğunu kabullendiğim ilk andı.


Sonuncu üç kilometre boyunca da bir gülüşün hayatımdaki yerini sorguluyorum.

Benim kendime saygım kalmamış, hala gelmiş ayaklarımın yere bastığını iddia ediyorum. Benim kendime verdiğim bir değer yokmuş ki utanmadan karşımdakinin bana değer verebileceğini düşünüyorum. Kim bana güçlü olmam gerektiğini söylemişti? Bana onu bulun. Lütfen çocukluğuma dönelim. Bakın ben her şeyden vazgeçiyorum. Yeter ki sokağın ortasında acı çekiyorum diye bağırmama ya da yanımdan geçen insanları durdurup yardım edin diye ağlamama izin verin. Bana güçsüzlüğümü geri verin, ona çok ihtiyacım var. Böyle daha ne kadar yürüyebilirim bilmiyorum.


Geçtiğim yollardan, girip çıktığım -çıkabildiğim- hastanelerden, düşüp kalktığım yokuşlardan, büyüdüğüm sokaktan, değerin ne olduğunu bilmeden değer verdiğini direten ve bana sürekli güçlü olduğumu söyleyen insanlardan o kadar yorgundum ki, beni devirdin. Tebrikler.



Zaman sana acımasız olmayı öğretmiş. Umarım bir daha geri gelmemen gerektiğini de öğrenmişsindir.