Geziye doğru yürüyorduk. Benim adımlarım ne denli seyrek ve sıkılgansa, onun adımları o kadar kendinden emin ve sanki eziciydi. Yürüyüşümden sıkılır, varlığımı bir türlü koca alana yediremezdim. Oysa onun kaygısızlığına yaslanmak hiç mi gelmemişti aklıma. Yokmuşum gibi yürürdüm yanında. Varlığım hafifcecik olsun, ve ancak bu şekilde (bile) fark edilsin onun tarafından. Daha güzel, daha zeki, daha mağrur bir iz düşsün diye beklerdim yüzüme. Rüzgardan düşsün, ağaçtan. Bir kedi gelsin kucağımı seçsin, bir çocuk taç hediye etsin, ben hiç çabalamadan bir şeyler beni seçsin. Ne böyle bir iz düşerdi yüzüme, ne biri, bir şey beni seçer, ne de denk düşerdi. Az sonra kalkar, metroya yürürdük, bu kararı ben ver(e)mezdim. Ben bacaklarıma hükmededurayım; onun seçkin, kaşif gözleri bildiği her şeyi yeniden keşfederdi. Böyle zamanlarda vakit denen zeminde dansa durur, onu çevreler, ayrılmaya yedi kala tavaf ederdim. Gözlerine misafir olmayı, seçkisinde konuklamayı ne çok isterdim. Oysa tüm bunlar, beş dakika yürüdüğümüz o yeşil yolda sükunetin perdesinin eteklerinde giz olurdu yalnız. Bir önceki ayrılışımızda uzaklaşan ilk o olup, benden yana bakmamıştı hiç. Ben gidiyordum bu kez, elbette döndüm ve baktım. Çıktım ve baktım.
Gittim ama baktım.