“Kadıköy! Sayın yolcularımız, Kadıköy, bu yöndeki son istasyonumuzdur.”

Anonsla birlikte kendime geldim. Onca yol boyunca, kırışmasın diye kılı kırk yardığım kıyafetlerim iki dakikalık kestirme sırasında muşambaya dönmüştü. Kapı açıldı. İnenlerle binenler omuz omuza vuruşmaya başladı. Birkaç laf söz edildi, her zamanki muhabbetti yani. Ben içeride bekledim. Sağımdan solumdan, gözlerinde avcı parıltılarıyla, yer kapmak için koşuşturdular. Bayağı bir beklemişim ki kapı kapanma sesini duyunca çıktım. Biraz da bilerek beklemiştim, peron bomboştu artık. Tren yanımdan hareket edip gitmeye başladığında, yanında yürüyüp tünelde kayboluşunu izlemek için yapmıştım bunu. Her seferinde sinema sahnesi gibi oluyordu.


Çıkışa doğru yöneldim. Üçüncü ve son yürüyen merdivene geldiğimde adım atacak mecalim kalmamıştı. Sağ banda yaslanıp beklemeye başladım ama pis olduğunu düşünerek geri çekildim. Kim bilir günde kaç kişi ellerini sürüyordu oralara. Çıkışın sonuna yaklaştığımda yumuşak bir ışık hüzmesi içeri girmeye başladı. O anda vapurların korna, çıkışın hemen yanındaki simitçinin bağırış, insanların hoş sohbet ve tramvayın gıcırtı sesleri, çok anlaşılır olmasa da kulağıma çalınmaya başladı. Yalnız bugünün değil çok uzun zamanların sesleriydiler. Tek başına hiçbirisinin bu kadar anlamı yoktu. Onları böylesine hoş yapan birlikte olmalarıydı. İstemsizce hafif bir şekilde gülümsedim. Birazdan içine karışacağım kalabalığın her seferinde orada duruyor olması beni çok mutlu ederdi. O insanları tanımazdım, vapurlara kimler biniyor bilmezdim ama az çok benzer hayatlar, kaygılar, sevinçler yaşardık. Işıklardan karşıya geçen ne çok insan vardı. Hemen onların arasına karışmak isterdim. Yüzlerine bakıp gülümseyişlerini, kahkahalarını hatta hüzünlerini yakalardım. Onlarla beraber yaşardım bütün duyguları. Ben, onların düşlerini hissederdim.


Son merdivenden rıhtıma doğru adımımı attım. Karşımdaki Beşiktaş-Adalar iskelesinin tadilatı hala sürüyordu. Yan tarafından oluk oluk insan metroya doğru aktı. İnsan selinin arasından sıyrılıp Eminönü-Karaköy iskelesine doğru yürümeye başladım. Aslında vapur saatine daha vardı. İnsanların çekirdek çitleyip bira devirdikleri deniz kıyısına yanaştım. Şöyle oturabilir miyim diye gözlerim bank aradı ama buradakiler hep dolu olurdu. Boş görsem bile acaba bir hinlik mi var diye düşünürdüm. Ellerimi cebime attım, ağırlığımı tek dizime verdim. Hafif kambur ve başım sağa yatık biçimde, Sultanahmet’in arkasından batmaya çalışan güneşe gözlerimi diktim. Bu manzarada iyileştirici bir şeyler bulurdum. Mutlu günlerin haberini veriyordu. İki dakikalık bir seyir bile huzur dolmama yetti. Bu hisleri bana her seferinde nasıl aşıladığını bilmiyorum ama sanırım bazı güzellikler sebepsiz etkilerdi insanı. Bence yanımda durup bu manzaraya bakanlar da benimle aynı şeyleri düşünüyorlardı. Acaba onlar da benim bugün yapacağım gibi, sırf İstanbul’u bir vapur penceresinden seyretmek için mi buraya gelmişlerdi?


İskeleye doğru devam ettim. Ayağıma koca bir sakız yapıştı, bastım küfrü. Aniden Uykusuz almak geçti aklımdan, meydanın ortasındaki büfeye yöneldim. Parayı uzatıp kaptım dergiyi. “Dönerken trende okurum.” dedim kendime. Şöyle Haldun Taner Sahnesi’ne doğru döndüm. Etrafındaki beton yığını arasında o daha ihtişamlı duruyordu. Geçmiş yüzyıllara ait estetik bir duruşu vardı. Gerçi restorasyon yapıldığı her halinden belliydi. Güzel bir şeye hiçbir zaman kendisini olduğu gibi sergilemesi için izin vermezlerdi. Yine de o, özünü korumayı başarmıştı. Onunla kendi aramda hep bir bağ kurardım. Kendini, diğer yapılar gibi yozlaştırmamıştı. Hepsinden ayrı, başına buyruk, alakasız bir yerde duruyordu öylece. Gece gündüz denizin kokusunu duyardı, her akşamüstü gökyüzünü izlerdi. İstanbul’un değişimine şahit olmuştu daha ne yapsın. Tabii, Galata’nın, Kız Kulesi’nin yanında yaşı çok gençti. Toy ruhuyla bir şeyleri değiştirmek için yanıp tutuşuyordu. Ondandı ya zaten bu sanat aşkı. Her daim tiyatro izleyicilerinden oluşan misafirlerini ağırlardı. Kapısında heyecanlı genç aşıklar, sahne sırası yaklaşan oyunu beklerlerdi; yaşını almış teyzeler, Moda’nın eski halinden bahsederler, şimdiki kalabalığa nefret kusarlardı. İstenmeyen şeyler de oluyordu arada. Geceleri şarapçı amcalar gelip dibine işiyorlardı ama olsun. Zor bir hayat hikayesi vardı hepsinin, o da alttan alıyordu. Öyle herkesin ne yaşadığını anlamak kolay değildi çünkü. Hepsi nahif insanlardı ya da ne bileyim, belki de ben böyle düşünmek istiyordum. Sırf onu kendime benzetiyorum diye ama en azından onu fark etmiş olan bir güruh vardı. Bu yönden ayrılıyorduk işte. Var olmak, birisinin beni farkına varmasından başka bir şey değildi.


Binaya karşı dönmüş o şekilde düşünürken, uzaklardan çok tanıdık ve hoş bir ses duydum. Hani bir koku hissedersiniz ve sizi, o kokuyu aldığınız ilk ana götürür. Önce başınız döner sanki, etraftaki her şey gerçekliğini yitirir. Kimden, nereden geldi diye dört dönersiniz. Tanıdık bir sima görmek için sağa sola yürürsünüz hatta. İşte bu ses bende aynı etkiyi yaratmıştı. İçeride İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı olduğu o an aklıma geldi. Sesin üst kattaki epeyce büyük bir pencereden geldiğini anladım. Camın üst kısmı kartonlarla kapatılmıştı, alt tarafındaki perde açıktı, loş ve sarı ışık geliyordu. Önümden geçen kafalar yüzünden düzgün göremiyordum. Biraz yaklaşıp dikkatlice içeriye baktım. Bir kadın piyanonun önünde oturur vaziyetteydi. Kartonlar, vücudunun belinden yukarısının gözükmesini engelliyordu. Birden tüm algım değişti. Tek tek ayırt ettiğim sesler, derinden gelen bir uğultu halini almıştı şimdi. Etrafımdaki görüntüler silikleşmeye başladı: yanımdan geçip gidenler, binanın dibine sıralanmış çiçekçiler, Boğa’dan aşağı akan trafik. Bir kamera odağının değişmesi gibiydi. Pencere netleşti, diğer her şey bulanıklaştı. Yeni cilalanmış rugan ayakkabıları ayaklarındaydı. Oturduğu iskemleye dizlerinin hizasından siyah eteği yayılmıştı. Odadaki her şey siyahtı: ayakkabılar, piyano, etek, iskemle. Tek beyazlık, güneş gördü mü kaçacak yer arayan bacaklarıydı. Bir ayağı pedalların üstünde geziyorken diğeri zarifçe yanında bekliyordu. Ufak bir serçe, henüz acemi olan bir ağacın dalına konduğunda, dal nasıl nazikçe ama korkarak kökünden sallanıyorsa, sağ bileği de aynı hareketi yapıyordu. Bir aşağı bir yukarı. Hayatımda gördüğüm en güzel bir çift ayak bileğiydi bunlar, sizi tanrıya inandırmaya yetebilirdi. Aniden etrafıma bakma ihtiyacı duydum. Çevremden gelip geçenler büyük ihtimalle “adamın teki dikilmiş, ne yapıyor öyle” diye düşünüyorlardı. Biraz rahatsızlık hissettim. Damağım kurumuştu, yutkundum. Dilimle dudaklarımı yaladım. Başım yere eğik şekilde etrafa kaçamak bakışlar atıp üç beş saniye başka bir şeyle ilgileniyormuş gibi yaptım. Oraya bakmayınca sanki kaybolacaktı her şey. Dayanamadım, hemen pencereye geri döndüm. Hangi parçayı çaldığını anlamaya çalıştım ama nafile, çıkartamadım. Akşam rüzgârı yüzünden perde sallanıyordu. İçeriden gelen ışık dalgalanmaya başladı. Tüm görüntü bir silüet halini alıyor sonra geri geliyordu. Sesinde bu toprakların tadı vardı. O an bir gurme olmayı diledim.


Birisi omzumu parmağıyla resmen deşti. Bir baktım, çiçekçi abla yanımda:

— Ağabey, almaz mısın bi’ gül sevdiğine be?

— Abla var ya, her şeyin içine ettin ha! 

Bunu içimden geçirdiğimi sanıyordum ama abla kafama çiçeklerle vurunca anladım ki sesli düşünmüştüm. Zaten beni ancak bu kadar gerçek birisi kendime getirebilirdi. Hemen topukladım. Vapura doğru yürürken şunca şeylerin hepsini, beş dakika içinde düşündüğümü fark ettim. Trenden inip buraya gelmem bu kadar sürmüştü işte ama ben on yıllık hayal kurmuştum. Aslında bunu seviyordum, her zaman yaptığım şeydi. Başkalarının hayatlarını merak etmek, onlar hakkında düşünmek, hatta yaşamlarına dahil olma isteği. Akbili basıp içeri girdim. Bu sefer korkuluklara tutunarak çıktım yukarı. Aslında yürüyen merdivenler gibi burasının da pis olması gerekirdi ama vapurun bıraktığı hissiyat bir başkadır, kimse inkâr edemez. Cam kenarındaki boş yerlerden birisine geçtim. Koltuğa kalçamı iyice yerleştirip bacak bacak üstüne attım. Tek gerçeklik akşamüstü İstanbul’uydu artık. Kendi kendime dedim ki: “Cemal, hayallere beş dakika mola şimdi.”