Arsız kanatlı dev kırlanıgıcın turkuaz perçemine sinmiş kokuya binip gidecekken kamyondan hallice el frenine idam. Asıldı sessizce kirpiklerinin arasında kibritin çekmecesindeki bulut. Arsuz'daki asır sepet örücüsü kadınların ellerindeki sazlık rengini kaydetmişti zihnine. Yasemin çiçeklerine dokunan annesini babası da o tebessümle görseydi harita-metot defterleri müzikale dönüşürdü diye aklından geçirmedi. Cimrilikten değil de yoksulluktan alınmayan ikinci top dondurma, gülle gibi oturdu kafasındaki kent meydanının ortasına. Vazgeçme fiilinin en arka sırasından ayırt ettirdiği koltuğun geriye yatırma butonunda kuru boya setindeki açık maviyi aramadı, o renk mide bulantısıyla karışık buhranlı boyama saatlerini çaldırıp kapattı. “Kavurga” dedi anneannesi, “kavurga çıtır çıtır”. Oysa çıtırdayan kaburgasıydı, içinden fırlamaya korkan umutsuz kaygının atış sesi. Akış sesiydi içinin. Edepli edebi eserler üretmeyen cehalet dolu kafatasında hamam suyu bile bekletmezlerdi. O ilk sözcük yutma deneyiminde de içindeki dört yanı keskin cisim sarsılıp ruh pazarında kan gölgeyi biraz sarıyla karıştırıp götürmüştü. İşkence yasaktı, işkembe tuzaktı, iskemle uzaktı.