Şu sıralar okuduğum romanı elime alıp yatağımda kıvrıldığım battaniyenin altından çıktıktan sonra mutfağa doğru ufak bir yolculuk yaptım. Mutfak nedense evin diğer odalarına göre hep daha sıcak. İçinde yemekler pişip türlü türlü günlerin yorgunluk kahveleri orada içildiğinden midir bilmem ama her zaman daha gerçek bir ev köşesi.

Elimde romanım, mutfak masasına kuruldum güzelce. Okumaya başladım kaldığım yerden. Baktım kafamı veremiyorum, sayfa sayfa geçtiğim romanın bir paragrafını üç kere tekrar okumadan anlamaz olmuşum, anlayacağınız aklımda dolanıyor düşünceler. Kalktım yerimden, odama doğru yola çıktım. Kitaplığımın altındaki kapaklı dolaptan giz kaplı defterimi ve rastgele bir kalemi alıp tekrar mutfaktaki yerime döndüm ve yazmaya başladım.

Şu an bu yazıyı yazarken arkamdaki mutfak tezgâhının hemen yanındaki ocakta çay kaynıyor, defterime bu satırları yazdığım masadaysa yeni yapılmış portakal reçelleri var. Annem yeni şeyler denemeyi çok seviyor. İlk defa portakal reçeli yapışı bu. O yüzden bugün akşam ayrı bir heyecanlı, ayrı bir mutlulukla sarılı çehresi. Kötü olur belki diye az yapıyor, ilk denemesi ya hani. Ah annem, sen ne yapsan güzel olur oysa. Masanın üzerinde iki büyük ve iki küçük kavanoz portakal reçeli var. Küçükleri benim için yaptı. “Gurbettesin, oralarda bulamazsın, ekmeğine sürer, yersin.” dedi onları kavanozlarken bana. Şimdiyse bu masanın üzerinde soğumaya bırakıldı o reçeller. Hava alıp bozulmasın diye kapakları aşağı gelecek şekilde beklemeye başladılar açılıp yenilecekleri zamanı.

İstemsizce şunu düşünürken buldum kendimi: Neden her şeyin tadını zamanında çıkaramıyor bu insanoğlu? Neden bazı şeyleri saklama, sakınma gereği duyuyoruz? Mesela o reçeller. Yazın ortasında özlemek, mevsiminde de canımızın istediği gibi yemek varken neden olduğundan başka bir şekle büründürüp saklıyoruz o portakalları? Zamanında kıymetini neden bilmiyoruz? Neyin garanticiliği bu bir saniyemizin bile garantisi yokken bu hayatta? Neyin aceleciliği? Anın tadını çıkarmak varken neden andan sakınıyoruz kendimizi?

Hayatlarımızda da böyle değil miyiz? Dünya üzerindeki kaç kişi içinden geldiği gibi yaşayabiliyor şu hayatı? Kaç kişi duygularını saklamadan, sakınmadan, korkmadan yaşayabiliyor; anın tadını çıkarabiliyor aklında düşünceler ordusu dolanmadan? Kaç kişi kendi ördüğü görünmez duvarların arasından değil de o duvarları yıkarak hayata katıyor kendini? Kendinden çok bir başkasının düşüncesinden neden korkuyor insanoğlu? Giden bir anın telafisi yokken neden pişmanlıklar denizinde boğulmayı tercih ediyor içindekileri döküp önüne bakabilmek yerine? Neden korku gerçeklere baskın çıkıyor? Neden, neden, neden… Boğuluyorum sorular arasında, cevap bulamadığım sorular arasında en çok. Bazılarına cevaplarım yok değil ama insanlara bu cevaplarımı söylediğimde onların hoşuna gitmiyor. Belki de gerçekleri yüzlerine vuruyorum, bu yüzden kaçıyorlar benden, bilmiyorum. Belki de saçmalıyorum ve insanlar benim kafamın içinde sonsuz kez farklı farklı sorularla tekrarladığım konuşmaları sesli olarak dinlemek istemiyorlar. Bu da bir olasılık tabii.

Bir cevap vereyim mi size? İnsan kendinden korkuyor aslında. Kendi duygularından, düşüncelerinden, düşünemediklerinden, doyumsuzluğundan, bencilliğinden, sınırlarından, sırlarından… İstediğiniz her şeyi sayabilir, söyleyebilirsiniz burada. Kendi olmaktan ölesiye korkuyor insan. En çok övülen, doğru olarak görülen, çoğunluk tarafından kabul edilen neyse ona yöneliyor kendi fikri/beyni yokmuş gibi. Başka insanlar tarafından sözleri belirlenmiş bir oyunu izleyicilerin gözleri önünde sergiliyormuş gibi yaşıyor hayatını. Başrol kendisi ama ağzından çıkan sözler ona ait değil. Başrol kendisi ama ipleri onun elinde değil.

Bu zamana kadar bütün hayallerini içine gömmüş, doğru yerde olmadığı için aşkından vazgeçmiş, orada o sözler sarf edilemeyeceği için susmuş, kendi benliğini her oluşturmak istediğinde içindeki doğrular sökülmüş birer hayaletten ibaretiz hepimiz. Kimlerin mi hayaletiyiz peki? Olabilecekken olamadığımız kendimizin… Çünkü hep başkalarının gölgelerinden yamalar dikerek bir pelerin oluşturduk kendimize. Kendi içimizden vermedik hiç. Korktuk, birisi kızar, birisi küser, birisi üzülür, birisi laf eder, el âlem ne der, birisi, birileri, herkes hep içimizde kurduğumuz görünmez kafese itti bizleri. Kendi ellerimizle hapsettik kendimizi içinde bulunduğumuz dünyaya. Başkaldıracak gücü bulamadık, başkaldırmayı değil uyumlu olmayı öğrettiler bizlere. Başkaldırmak kötü olarak öğütlenirdi hep. Oysa kendi içindeki kafese başkaldırmadan kendini nasıl tanıyacaksın ki? Kimse bizlere kendimizle tanışmayı öğretmedi. Kendimizi sevmeyi öğretmedi. Hep başkaları bizleri sevsin diye uğraştık çoğu zaman. Ağacı sevdik; sokaktaki lambayı, yerdeki kaldırım taşını, komodinimizin üzerinde duran saati, bizleri şık gösteren o rugan ayakkabıları… Peki ya kendimizi? Kendimizi de sevdik mi?

İçindeki o küçüğün başını okşadın mı? Derdine kulak verdin mi? Ötekileştirilmiş, susturulmuş, sevilmemiş o küçüğü büyütebildin mi içinde? Dertlerini derdin, kırgınlıklarını can yaran bilip gözyaşlarını kendi yanacıklarından akıttın mı? Kabul ettin mi o çocuğu olduğu gibi? Gerçek benliğini sevebildin mi? Sadece aynadaki yansımanı değil, ruhunu da güzelleştirmeyi denedin mi?

Bak, bir portakal reçeli nerelere getirdi beni yine. Saat de geçmiş epey, bu satırları yazarken annemin ben fark etmeden getirdiği çayım bir yudum alamadan buz kesmiş. Elim yoruldu yazmaktan ama beynimde sayısız soru dolanıyor hala. Parmaklarım da beynime eşlik eder vaziyette mürekkep lekelerine bulanmış hep. Neyse, sizler boş verin reçeli, o portakalı olduğu gibi yiyin korkmadan bir daha bulduğunuzda, sözün özü budur, anlaştık mı?