- Bilmiyorum. Sanırım bir bahar ayıydı. Serin bir yel, mis kokulu çiçekler vaktiydi işte. Ben anlatıyordum o dinliyordu. 

- Ne anlatıyordun peki?

- Hani her şeye çare olarak gördüğümüz zamanın aslında nasıl boğazımıza çöküp bizi nefessiz bıraktığını...

- Anlıyor muydu peki seni?

- Bilmiyorum. Belki üstünde onca toprak yığılı olmasa, baş ucundaki taş bir dua beklemese anlardı eminim. 

- Sen kime anlattın bunları?

- Artık yaşama ve zamana dair bir kaygısı olmayana. 

- Kime yani?

- Muradı bir uhdeye dönüşmüş, sırata bir adım kala köprüden atlayıp yitene.

- Sen iyi değilsin. 

- Sırata kadar bunu hiçbirimiz bilemeyiz. 

- Hadi çayını iç. 

- Tam demlenmemiş. Yarım yamalak. Tıpkı geride kalan insan gibi. 

- Hadi kalkalım. 

- Bunu dizlerimize ve düşlerimize sormalıyız. 

- Bu çok ağır olur. 

- Hafifletecek bir neden bulursan kanatlarımı açarım. Yoksa bırak biraz soluklanayım.