2 Mart 2015 Pazartesi


Merhaba canım sırdaşım!


Yine hava kararmış, yine yorganın altındayım ve yine sana sarıldım. Kocaman kadın olduktan sonra günlük tutma alışkanlığı kazanacağımı hayatta düşünmezdim ancak seninle dertleşmek bir rutin haline geldi artık. Sanırım hayatımın en yalnızlık çektiğim dönemine denk geldiğin için senden başka anlatacak kimsem yok, bu yüzden her akşam seninleyim. Hazan’la çok uzun süredir görüşmüyoruz, Feryâl zaten Berlin’e taşındığından bu yana ayda yılda bir yazışmak dışında bir iletişimimiz kalmadı. Üniversitedeki en yakın arkadaşlarımdı onlar, hâlâ da en yakınlarım. Ancak hayat biraz böyle işte, büyüdükçe sevdiğin insanlardan birer birer kopmaya başlıyorsun. Herkesin derdi kendine, kimseyi kendimle sıkmak istemem. Yine de, ne bileyim defterim, çok özlüyorum onlarla oturup çene çalmayı.


Hatırlıyorsundur, dün çok keyifli bir gün geçirdik Ceyhun’la. Tabii Yıldız Abla boya içerisinde bıraktığımız odayı görünce bir güzel payladı bizi; bütün bir geceyi Ceyhun, ben ve Yıldız Abla odayı temizleyerek geçirdik. Hoş, Ceyhun’un kolu benim de bacağım alçıda olduğu için işin büyük bir kısmı Yıldız Abla’ya kaldı ya, orası ayrı mevzu. Bugün ise önceden planlanmış bir doktor randevumuz vardı alçılarımız için, doktora gidecektik. Nitekim gittik de. Ceyhun'unki ufak bir çatlak olduğu için alçısı haftaya çıkacakmış ancak benim daha devirmem gereken iki hafta var. En azından yürüyebiliyorum, sevgili defter; düşünsene, ya yataktan hiç kalkamasaydım? Kafayı yerdim herhalde. Hoş, şu an da yiyorum ya, neyse. Bu iki hafta nasıl geçecek hiç bilmiyorum. Biraz alıştım aslında alçıyla yaşamaya ancak artık kurtulmak istiyorum. Merdiven inmek o kadar büyük bir zulüm ki anlatamam.


Doktor randevumuz sabah on birdeydi, ancak hastane Ceyhun'un evine uzak olduğu için beyefendi bana "Sabah benimle işe gel, oradan geçelim." diye dâhiyane bir öneri sundu dün gece. İşe gitmek için sabahın yedisinde evden çıktığını bilseydim, inan bana, hayır derdim sırdaşım. Hayır, anlamıyorum sahiden; bu adam şirket sahibi değil mi, sözüm ona ortaklardan biri değil mi? Neden bu kadar erken gidersin şirkete, delirdin mi? Ben patron olsam saat ondan evvel hiçbir güç beni şirkete götüremezdi herhâlde, boşuna mı patron olduk? Sanırım bu yüzden patron değilim ya, neyse. Özetle, erken kalkmaktan nefret eden biri olarak, uykumu hiç alamadan uyanmak zorunda kaldım. Bir de hava biraz soğuk ve yağmurluydu bu sabah, sıcacık yatağım ve yorganımdan ayrılmak o kadar zor oldu ki anlatamam. Ancak kalkmak zorundaydım, komodinin üzerinde duran telefonumdan saati kontrol ettikten sonra yavaşça ayaklandım ve üzerimi değiştirmek üzere valizime yöneldim. İlk bulduğum kazak ile pantolonu üzerime güçbelâ geçirdikten sonra pekâlâ hazırdım.


Odanın kapısını açtığımda ev, beklediğimin aksine bayağı bir sessizdi. Açıkçası o an erken mi kalktım yahu diye düşünmeden edemedim, defterim, Yıldız Abla uyuyor olmalıydı. Ceyhun'un da uyuyup uyumadığını kontrol etmek adına yavaş adımlarla üst kata çıkmaya karar verdim. Önceden de anlatmıştım sana, tuhaf bir çatı katı odası Ceyhun'un odası. Kapısı yok odanın, merdivenlerden çıktığın gibi odanın içinde buluyorsun kendini. Tabi ki ben de öyle çıkıp merdivenin son basamağında durunca teknik olarak odanın içine girivermiş oldum. Ceyhun uyanmıştı ve üzerindeki spor gömleğin düğmelerini iliklemekle meşguldü. Uyanmamın üzerinden henüz on dakika bile geçmemişken Ceyhun’un çıplak göğsüyle karşılaşmayı ummuyordum tabii, gayriihtiyari bir adım geri çekilmiştim. Vücuduma bir heyecan dalgası yayılırken gözlerimi Ceyhun’un göğsünden çekip ela gözleriyle buluşturdum. Tuttuğum tırabzanın avcumun arasından kaydığını hissediyordum. Kalbim deli gibi atıyordu, sırdaşım; Ceyhun ise, benim aksime, oldukça sakin bir şekilde bana bakmıştı.


“Günaydın Büşra, uyanmışsın!”


“Günaydın! Kusura bakma; uyandın mı diye bakmaya gelmiştim ama zamanlama hatası yaptım sanırım, giyinirken yakaladım seni!”


Sesim nefes nefeseydi, kekeleyerek konuşmuştum. Ceyhun’un müthiş bir rahatlık içerisinde olması beni daha da strese sokmuştu. Son düğmeyi de ilikledikten sonra bana bakıp gülümsedi.


“Sorun değil.”


Siyah bir kot pantolon giymişti Ceyhun, gömleği lacivert ve siyah kareli, sıradan bir gömlekti. İş yeri için oldukça sportif gelmişti gözüme.


“Takım elbise falan giymeniz gerekmiyor mu, patron bey?”


“Normalde evet,” çalışma masasının üzerindeki evrak çantasına yöneldi, “ama bugün hastaneye gitmek için erken çıkacağız ve bir toplantım yok, dress code’u biraz kırabilirim diye düşündüm.”


Parfüm şişesini de eline aldıktan sonra iki üç fıs sıkıp bana döndü.


“Sen de hazırsan çıkalım.”


“Çıkalım, hazırım ben.”


Sabah sabah yaşadığım stres dolu andan sonra hâlâ kendime gelmeye çalışıyordum açıkçası, defterim. Hiç beklemiyordum böyle bir görüntüyle karşılaşmayı. Saçma bir şekilde gözümün önünden silinmiyordu Ceyhun’un üstsüz hâli, utanç ile heyecan arasında bir yerlerde sıkışıp kalmıştım. Ceyhun hiç önemsemediği için belli etmemeye çalışıyordum ancak içimde bir duygu cümbüşü vardı.


Kapının önüne çıktığımızda Ceyhun’un önceden çağırdığı bir taksi bizi bekliyordu. Kolu alçıda olduğu için araba kullanamıyordu tabii Ceyhun. Bizi Orkun'un götüreceğini düşündüğüm için biraz şaşırmıştım; neticede aynı sitede oturuyor, aynı şirkette çalışıyorlardı. İşte, fakir kafası, defterim; ömrüm boyunca taksiye bindiğim zamanlar bir elin parmağını geçmez bile.


Nitekim taksiye bindikten sonra Ceyhun'a sordum.


“Orkun’la gideriz zannetmiştim ama…”


Elindeki telefondan e-postalarına bakıyordu. Başını bir saniyeliğine kaldırıp gözlerini benimkiyle buluşturdu.


“Orkun daha erken çıkıyor bizden,” dedi. “o saatte kalkamazdık diye düşündüm.”


"E yuh ama..." deyiverdim gayriihtiyarî. “Nasıl patronsunuz siz, gün aymadan işe mi gidilir?”

Belli belirsiz gülmüştü.


"Biz farklı patronlarız Büşracığım."


Başımı sallayarak geriye doğru yaslandım. Ceyhun ön koltuğa oturmuştu, ben de arka koltuktaydım. Yolculuğun ne kadar süreceğini bilmiyordum ancak kısa sürmeyeceğine emindim. Müzik dinleyerek uyuklamak cazip bir fikir olduğundan kulaklığımı telefonuma takıp başımı cama yasladım. Ancak uyumak ne mümkün, gözlerimi kapatır kapatmaz düşünceler beynime üşüşmüştü. Yolculuk boyunca Ceyhun’la tanıştığımızdan bu yana yaşadıklarımı düşündüm, hayatımın nasıl da değiştiğini düşündüm, dostlarımı çok özlediğimi düşündüm, ailemi düşündüm… Miras kalan tarlaları nasıl bölüşeceğimiz muallaktaydı, bunun üzerine hiç konuşmuyorduk bile. Hakkımı hayatta Ceyhun’a vermezdim; bu işin sonu mahkemede bitecekti, belliydi. Sadece bu sebep bile yeterliydi Ceyhun’a bağlanmamak için. Geleceği düşündükçe endişelerim artıyordu, kaldırıp rafa koyduğumuz bu miras meselesinin dönüşü hiç de güzel olmayacaktı. İşin kötü tarafı, Ceyhun’a karşı, yeşermesine bir türlü engel olamadığım hislerim işi hepten Arap saçına döndürecek, belli. Gözlerimi kapatır kapatmaz kendimi acayip bir stresin içerisine sokmuştum, sırdaşım, geleceği düşünmek müthiş endişe veriyordu.


Hakkım olan mirası alabildikten sonra neler yapacağımı düşündüm sonra. Tarlaları ekecek halim yoktu tabii ki; köy, üniversiteye yakın olduğu için çok değerli oradaki topraklar. Satardım muhtemelen. Asıl soru alacağım para ile neler yapacağımdı. İnsanlara olan borçlarımı öderdim, ilk yapacağım şey bu olurdu sanırım. İstanbul’a taşınırdım, kendime güzel bir ev tutardım. Her zaman İstanbul’da yaşamak ve çalışmak istemişimdir, oradaki imkanlar ile buradakiler kıyaslanamaz bile. Üniversitedeyken hayal ettiğim hayatı yaşamak için önümdeki tek engel paraydı, tarlaları sattıktan sonra önümde hiçbir engel kalmazdı.


Taksi durduğunda yavaşça gözlerimi araladım. Yolculuk biraz daha uzun sürseydi düşünmekten çıldırırdım herhâlde ancak nihayet gelmiştik. Kulaklığımı çantama sıkıştırdıktan sonra taksiden indim. Camekanlı bir binanın önünde duruyorduk. Eski çalıştığım yer küçük bir şirket değildi ancak burasıyla kıyaslanamazdı, devasa bir binaydı önümdeki.


Döner kapıya doğru yürürken sakat bacağımdan dolayı bana destek olabilmek adına koluma girmişti Ceyhun. Şirket binasından gözlerimi çekip bütün hasetliğimle suratına baktım, pek oralı olmamıştı. Belki benim uydurmamdır, bilmiyorum defterim, ancak biraz gerilmiş gibiydi.


Tanıştığımızdan beri onu zengin olmakla, benim gibi muhtaç olmamakla, hatta alttan alta bencillikle suçlamış olduğum için böyle büyük, şatafatlı bir şirkete patron sıfatıyla beni misafir etmek onu germiş gibiydi. Germeliydi de. Böylesine bir yerin ortaklarından biri olarak miras kalan tarlaları eşit bölüşmek istemiyor olmak bencillikten başka bir şey değildi.


Binanın içine girdiğimizde girişte bir hanımefendi ve bir beyefendi oturuyordu. Ceyhun’un girdiğini görünce oturdukları yerde düzelmiş, resmen hazır ol vaziyetine geçmişlerdi. İkisi de aynı anda, tekdüze bir ses tonuyla “Günaydın Ceyhun Bey!” dediğinde gülmemek için alt dudağımı ısırdım. Hiç ama hiç alışık olduğum bir şey değildi bu, fazlasıyla komik gelmişti. Öte yandan oldukça şaşkındım da; Ceyhun gözümde yaptığı işi o kadar küçültmüş, şirkete ortak oluşunu o kadar önemsizleştirmeye çalışmıştı ki bu kadar büyük hürmet gördüğünü hiç bilmiyordum. Daha da önemlisi, bu kadar büyük bir şirketin başında olması beklediğim bir şey değildi.


Asansöre bindikten sonra üçüncü katın düğmesine basmıştı Ceyhun. Kapı kapanınca gergin bir kahkaha salındı Ceyhun’un dudaklarından, şaşırmıştım. Ani bir hareketle kolunu omzuma atıp kırık bacağıma aldırmadan beni, kendine doğru çekti.


“Neden bu kadar şaşırdın?”


“Bu kadar büyük bir yerin patronu olduğunu bilmiyordum…”


“Patron değilim, ortaklardan biriyim sadece…”


“Yine aynı şeyi yapıyorsun!”


Şaşırmıştı Ceyhun, neyi kastettiğimi anlayamamış gibiydi. Çatılan kaşlarla bana bakarken yüzündeki gülümseyiş bâkiydi, anlamlandırmaya çalışıyor gibiydi.


“Nasıl yani?”


“Beni manipüle etmeye çalışıyormuşsun veyahut miras meselesinde içini rahatlatmaya çalışıyormuşsun gibi hissediyorum. Zenginsen zenginim de, patronsan patronum de; bu koskoca şirketin hepsi bana bağlı de, reisiyim buraların de, acayip param var de; ama lütfen göz göre göre, hem evini hem şirketini görmüş biri olarak söylüyorum, sahip olduğun şeyleri değersizleştirmeye çalışma. Aptal değilim ben.”


Cümleme noktayı koymamla asansör durmuştu. Ceyhun’un yüzüne baktım, ifadesi biraz donuklaşmıştı. Bana bir haftadır onca iyiliği yapan, evini açan çocuğa bu kadar sert konuşmamalıydım belki de, biraz pişman olmuştum açıkçası. Ancak öte yandan aklımla alay etmesi asabımı bozuyordu, kendimi tutamamıştım daha fazla. Suratı birkaç saniyeliğine düşmüş olsa da hızlıca kendini toparlayıp burnumdan bir makas aldı.


“Benimle ilgili standartların üzerinde şeyler gördüğünde böyle şaşırmanı çok seviyorum,

Asansörün kapısını ittirdi tek eliyle. “o an kendini keşke görebilsen, çok tatlı oluyorsun.”


Asansörden inerken az önceki çirkefliğimden hemen sonra böyle bir iltifat beklemediğim için şaşkınlığım iki katına çıkmıştı. Vücuduma yayılan utanç duygusuyla başımı önüme eğip gülümsedim, benim tatlı olduğumu düşünüyordu. Ambale olmuştum, sırdaşım; sabahın şu vaktinde, saat henüz yorulmak için bu kadar erkenken söylediği tek sözle, bir güzel tavrıyla allak bullak etmişti beynimi. Heyecan ve içimi gıdıklayan, güneş gibi ısıtan bir mutluluk duygusuyla Ceyhun’un yüzüne baktım; her şeyden bihaber gülümsüyordu. Bana bu tarz iltifat ettiğinde, beni heyecanlandıracak herhangi bir şey yaptığında aslında başka niyetle düşünmüyordu, bu gerçek suratıma tokat gibi çarpıyordu her defasında. Beni kuzeni olarak görüyordu, benimle sadece ama sadece iyi dost olmak istiyordu. Benim hissettiklerimden haberi yoktu, hatta eminim böyle bir şeyi de asla beklemiyordu.


Ceyhun’un arkasında yürürken kafamda bu düşünceler dönüyordu. Tek bir iltifatıyla, tek bir güzel hareketiyle beni düşünceler silsilesine nasıl da itebiliyordu böyle hayret vericiydi. Benim geride kaldığımı fark edince yavaşlayıp ona yetişmeme izin verdi. Bacağım sakat olduğu için yeniden koluma girmek istemişti, bunu düşünmüş olması bile müthiş hoşuma gidiyordu. İnsan gibi davranılmasına, nezakete hasrettim gerçekten.


Büyükçe bir holü geçtikten sonra camekanlı bir bölümün içerisine girdik. Bu odaya benzeyen yerde aşağı yukarı altı bilgisayar ve beraberinde getirdiği altı çalışan, harıl harıl çalışıyordu. Ceyhun’a selam verenleri selamladıktan sonra biraz daha yürüdük. Dar bir koridordan geçtikten sonra üzerinde Ceyhun Kılıç yazan odanın önünde durduğumuzda Ceyhun’un odasına geldiğimizi anlamıştım. Sekreteri olduğunu düşündüğüm kadın ayağa fırladı. "Günaydın Ceyhun Bey!" dedi, bir yandan da beni süzüp diğer yandan da çekmeceleri karıştırırken. Birkaç saniye sonra çekmeceden çıkardığı anahtarla kapıyı açıp içeri girmemize yardımcı oldu.


İşte Ceyhun’un odasındaydım.


Büyükçe bir odaydı burası, evini gördükten sonra başka bir şey beklemek mümkün değildi tabii ki. Renk seçimi ve dizayn olarak evinden neredeyse hiçbir farkı yoktu esasında, sanki Ceyhun’un evinin başka bir odasına girmiş gibiydim. Siyah bir çalışma masasının üzerinde bilgisayar ve birtakım kâğıtlar ortalığa saçılmış bir şekilde duruyordu. Evinde olduğu gibi burada da duvarlar boydan boya çeşit çeşit tablolar ile süslenmişti. Masanın arkasında ise siyah, engin dolaplar vardı. Bu kadar siyah, bu kadar kasvetli bir ortamda nasıl saatlerini geçiriyordu hayret vericiydi; adam renklere savaş açmıştı resmen.

Masa önünde bulunan deri koltuklardan birine yöneldiğimde, Ceyhun da çalışma masasının başına geçti. Benim odayı incelediğim esnada o da programına bakıp bir plan yapmaya çalışıyordu, birden göz göze geldik.


Gülümsedi, gülümsedim.


“Beğendin mi odamı bakalım?”


“Beğendim, zevkli adamsın vesselam.”


Belli belirsiz bir gülümseme yerleşmişti suratına.


“Teşekkür ederim…”


“Tablo aşkın ofisine de taşmış yalnız, gözümden kaçmadı değil.”


Sessizlik olmuştu, sanki bulduğu her yere yüzlerce tablo asan kendisi değilmiş gibi kurduğum cümleyle afallamıştı üvey kuzenim. Birden içten bir kahkaha salındı dudaklarından.


"Âlemsin Büşra!" dedi. "tablo değil onlar, benim kendi çizimlerim."


“Ciddi misin?”


“İltifatın için teşekkür ederim ama, onore ettin beni.”


Müthiş yetenekli bir çocuktu Ceyhun, çizimlerini gösterebilsem keşke sana da. Hele odamda her sabah beni selamlayan bir tablo var ki Ceyhun’un bunu çizdiğini düşününce şok olmamak elde değil. Sakin bir sahili, sanki bir kameranın lensinden bakıyormuşuz gibi resmetmiş üvey kuzenim bu tabloda. Birkaç kişi denizde yüzüyor, bazıları ise kumlara serilmiş güneşlenmekte… Küçük bir çocuğun bu kameraya doğru yöneldiğini ve elini uzatarak sanki bu kamerayı almaya yeltendiğini görüyoruz. Her sabah uyandığımda bu küçük adamın müthiş detaylandırılmış şirin suratıyla karşılaşıyorum. İnan bana, defterim, perspektifin daha önce hiç bu kadar özenli kullanıldığını görmemiştim.


“Bütün tabloları sen mi resmettin?”


“Evet.”


“Hepsini mi?”


“Neden inandıramıyorum seni şu an?”


Gülmüştü Ceyhun, içten bir gülümseyişti. Bu kadar şaşırmam onun bu kadar yetenekli olmasını aklımın almıyor olmasındandı, bunun farkındaydı. Söylediklerimi sahiden övgü olarak alıyordu, bayağı mutlu etmiştim çocukcağızı.


“Annemin marifeti…” Bilgisayarından gözünü çekip yüzüme bakmıştı. “Resim başta olmak üzere her türlü güzel sanata ilgim olsun istiyordu, kendi branşı olduğu için. İnanır mısın, üniversiteden bir arkadaşı hasbelkader Gaziantep’te oturuyormuş, kadını ikna etmişti bana gitar dersleri versin diye. Her hafta sonu köye gelirdi kadıncağız bana ders vermek için.”


Ağzım açık kalmıştı, defterim, köyümüzü biliyordum. Öyle bir hiçliğin ortasında annesindeki çocuğumu sanatkâr yapacağım azmi inanılmazdı. Ceyhun’un evvelden de bahsettiği gibi, annesi güzel sanatlar mezunuymuş, babası köyün dışından biriyle evlenmiş olmalıydı. Zira bizim köyde kızlarını okutan yalnızca dedem vardı, annemle teyzemi her şeye rağmen okutmuştu. Son derece emin bir şekilde, her şeye rağmen diyorum çünkü annem üniversiteye gideceği zaman köydeki herkes dedeme akıl vermiş kızlarını okumaya göndermesin diye. Bu yüzden annem her zaman nefretle anardı köyü. Sanırım köyümüzü içten içe küçümsememin nedenlerinden biri de annemin bu hikâyeleriyle büyümüş olmamdandı. O kadar çağ dışı adamın içinde Ceyhun’un annesi nasıl barınabilmişti hayret vericiydi.


“Alınma ne olursun Ceyhun ama annen bizim köye birkaç gömlek fazlaymış sahiden.”


“Neden alınayım yahu, çok haklısın. Zaten kadını bir türlü rahat bırakmadılar.”


Ne demek istediğini anlayamamıştım, sırdaşım, sessizlik olmuştu. Ceyhun’un ailesi hakkında hiçbir şey bilmiyordum ancak annemin anlattığı hikâyelerden köyü biraz bile biliyorsam Ceyhun’un annesinin ne tür sorunlarla uğraşmak zorunda kaldığını tahmin edebilirdim. Ediyordum da. Ne tuhaftı, defterim, ikimiz de köyden bu kadar nefret ediyorken köydeki miras kalan tarlalara bel bağlamıştık. Bu ikiyüzlülük beni rahatsız etti.


“Müzik dersi için her hafta köye bir bayanın girmesinden rahatsız olurlardı. Küçüktüm ama hatırlıyorum, babamla annem sürekli kavga ederdi bu yüzden. Babam eski kafalı bir adamdı. Eski kafalı değildi de… Uyma akıllıydı, en doğru tabir bu sanırım. Köydekiler ne derse ona uyardı, herkese he derdi. Asla kendi fikri yoktu; akşam annemle tartıştıktan sonra annemi haklı bulur, sabah köydekilerle kahvede oturunca köydekileri… Anneme çok çektirdiler.”


Konuşmaya niyetli gibiydi Ceyhun, araya girmemiştim. Bilgisayarda birkaç belgeyi onayladıktan sonra ellerini klavyeden tamamen çekip tüm bedeniyle bana döndü.


“Babam biraz avanak bir adamdı, Allah taksiratını affetsin. Okul desen okumamış, çalışma desen hakeza; senelerce dedem geçindirdi bizim evi. Bir de arada anneannemden para gelirdi. Annem ağlardı anneannem para gönderdiğinde. Ah, Büşra, ne zor günlerdi bir bilsen…

Annemin köyle de, Gaziantep’le de alakası yok. Doğma büyüme İstanbullu, üniversiteyi dahi İstanbul’da okumuş. Bir görsen, anneannem tam bir İstanbul hanımefendisiydi. Ben çok görmedim kendisini, bir elin parmağını geçmez. Annemi evlatlıktan reddetmişti çünkü babamla evlendiği için.”


Ağzım açık kalmıştı, defterim. “Sahi mi?”


“Evet… Köyden Yılmaz Amca annemin üniversite arkadaşıymış. Annemler arkadaşlarıyla toplaşıp Güneydoğu Anadolu turu yapmaya karar verdiklerinde geçerken köyde Yılmaz Amca’ya uğramak istemişler. Orada tanışmışlar babamla, görür görmez âşık olmuşlar birbirlerine. Onca zorluk yaşadı annem, tüm hayatını kendi elleriyle alt üst etti; ancak bugüne bugün bir kez olsun babama âşık olduğu için pişman olduğunu görmedim.

Babam pişman etmeyecek bir adam değildi oysaki… Hayatı boyunca İstanbul’da yaşamış bir kadını zorla köye yerleştirdi. Halbuki en azından Gaziantep’e yerleşselerdi annem de mesleğini icra ederdi, resim öğretmenliği yapmayı istiyordu hep. Ama babamın eli, köyde dedeme yardım eder gibi görünüp dedemin sırtından geçinmekten başka bir iş tutmuyordu. Şehre taşınıp kendi rahatını bozmak istemedi.”


Ceyhun’un sinirden gözleri parlıyordu, annesinin yaşayamadığı hayatın öfkesi hâlâ bâkiydi içinde. Huzursuzca yerimde kıpırdandım; Ceyhun’un babası hem üvey dayım, hem de ölmüş bir adamdı. Seneler sonra ona hâlâ bu kadar öfkeli olması rahatsız etmişti.


“Babaannem de çok çektirdi anneme. Senin anneannen ne kadar melek gibi bir kadındıysa benim babaannem o kadar şirretti. Saliha babaanne gibi cennetten bir kadının üzerine benim öz babaannem gibi bir şeytanı kuma getirmek hangi akla hizmet hep merak ettim. Dedeme sordum bunu birkaç kez ancak hiç cevap vermedi. Bilirsin, Kemal Bey’in işlerine akıl sır ermez zaten.”


“Bilemem Ceyhun, dedemi senin kadar iyi tanımıyorum.” Gülmüştüm. “Anneannemin üzerine kuma geldiğini bile senden öğrendim.”


“Fatıma’ydı babaannemin ismi, ölmüşün arkasından kötü konuşmak istemiyorum ama kalpsiz kadının biriydi. Annem İstanbullu olduğu için, okuduğu için, köyün adetlerini hiç bilmediği için babama asla layık görmezdi onu. Hatta çocukken kaç kere işittim bilemezsin annemin arkasından şehirli orospu, Filiz’in kancık kızı dediğini. Filiz anneannemin adı, İstanbul’dayken anneme fuhuş yaptırırmış babaannem öyle derdi. Temiz değilmiş annem; kirliymiş, şehirliymiş, onunla bununla düşüp kalkmış da sonra onun avanak oğluna kalmış. Hep böyle derdi annemin arkasından. Hatta bazen yüzüne bile…”


Suratı kasılmıştı Ceyhun, sinirden burnundan solumaya başlamıştı. Ölünün arkasından kötü konuşmak istemiyordu ancak kendini çok zor tuttuğu belliydi. İlk kez Ceyhun’u sinirli görüyordum ve kesinlikle bir daha görmek isteyeceğim bir sahne değildi. Annesine çok bağlı olmalıydı.


“Annemin her işine karışırdı, her işine! Ben resim çizsem karışır, gitar çalsam karışır; senin gibi çalgıcı orospu mu olsun oğlun da derdi anneme. Hatta ismim koyulurken bile karışmış. Dedemin adı olsun istemiş, Kemal koyun diye diretmiş. Annem istemiyormuş Kemal koymak, gençliğinden beri Ceyhun isminde bir oğlu olsun istermiş. Babaannem kıyametleri koparmış dedesinin adı varken Ceyhun da ne diye… Tabii babam da bostan korkuluğu, hatta korkuluk daha çok iş görüyordur babamdan. Her konuda olduğu gibi bu konuda da annemi savunmamış hiç. Yine de pes etmemiş annem. İnat etmiş, ben taşıyorsam karnımda ben koyacağım ismini diye…


“Doğduğum gün kulağıma ezan okuyan imamı babaannem ayarladığı için hiçbir zaman öğrenemedik kulağıma Ceyhun mu okundu yoksa Kemal mi… İmam yok diyor, Ceyhun okudum diyor; ancak babaannem bana bir gün olsun Ceyhun diye seslenmedi, hep Kemal derdi.”


“E yuh artık!”


Verdiğim tepkiden biraz pişman olsam da kendimi tutamamıştım, defterim, harbiden ne şirret bir kadınmış böyle. Annesine acımamak elde değildi, aşk için bunca şeye değer miydi bilemedim. Bence Ceyhun da aynı soruyu soruyor kendine. Annesinin yaşadığı hayatı anlamlandıramıyor sanki. Babasının annesini hak etmediğini, annesinin kusursuz bir melek olduğunu düşündüğü o kadar bariz ki hâlâ herkese, her şeye çok sinirli. Ona ilişmek istemedim, bir yorum da yapamadım zaten. Sülalemin hiç bilmediğim bir yanıyla tanışıyordum, yorum yapmam ne kadar doğru olurdu bilemedim.


“Daha çok böyle hikâye var da seni sıkmayayım şimdi. Zaten doktor randevusuna gitmemiz gerek.”


Cümlesine noktayı koymasıyla ayağa kalkmıştı. “Ne sıkması canım?” dedim, koltuğun üzerine koyduğum paltoma uzanırken. “Seni ve üvey sülalemi daha yakından tanımak güzel.”


“Sizde de var mı böyle hikâyeler?”


“Ne yalan söyleyeyim, aklıma gelmedi sen böyle sorunca. Ama benim de adım konulurken birtakım ufak olaylar yaşanmış…”


Alçılı ayağımla rahat yürüyebilmem için koluma girmişti Ceyhun. Birlikte dışarı çıkmak için odanın kapısına yürürken belli belirsiz gülümsedi. “Nasıl birtakım olaylar?”


“Annemle teyzem genç kızken karar vermişler bir kızları olursa ne isim koyacaklarına. Annem ben Başak koyacağım dermiş; teyzem istiyormuş Başak ismini ancak annem ablası olduğu için sesini çıkarmaz, ben de Büşra koyacağım o zaman dermiş. Kader bu ya, teyzemle annem peş peşe evlenip peş peşe hamile kalmışlar. Fakat teyzem birkaç ay önce doğum yapmış, ve anneme kazığın âlâsını atıp kuzenimin adını Başak koymuş!”


“Yok artık!”


“Anneme de Büşra ismi kalmış. Hep derdi bana biraz erken çıksaydın da hakkımızı teyzen olacak düzenbaza yedirmeseydik diye…”


İkimizin de dudaklarından bir kahkaha salınmıştı. “Ne tuhaf…” dedi Ceyhun. “Doğacak bebeğe isim vermek hem ne büyük hem de ne önemsiz bir şey… Bir yandan bir kere geldiğimiz şu dünyada herkesin bize sonsuza kadar nasıl sesleneceğini, dünyaya hangi adla iz bırakacağımızı belirleyen bir sözcük; öte yandan sadece bir isim, bana Kemal adını koysalar ben yine aynı insan olmayacak mıydım?”


“Daha da tuhaf olanı sonsuza kadar bizimle kalacak bu lakabı ailemizin belirliyor olması… Dünyaya iz bırakacağım ismin Büşra olmasını istemezdim açıkçası. Bana sorsalar daha marjinal bir ismim olsun isterdim; Itır, Umay, Gazel falan…”


“Ben de kendime daima Mert ismini yakıştırmışımdır…”


“Ne yapalım, biz de kendi çocuklarımıza bu isimleri veririz artık.”


“Evet,” Gülümseyerek daha da sıkıca tuttu kolumdan. “böylece bu kısır döngünün bir parçası oluruz biz de.”


“Sistemi değiştiremiyorsan ona uyacaksın.”


“Belki bir gün sistem bize uyar?”


“Zannetmiyorum…” Dudağımı büktüm. “Belki Itır’ın torunları görür o günleri, bilemeyeceğim.”


İşte böyle sırdaşım…


Ceyhun’u daha yakından tanıdığım bir gün oldu bugün. Hastane randevumuzdan sonra beni eve bırakıp geri işe döndü, ben de bugün öğrendiklerimi hazmetmek adına seninle dertleşmek istedim. Aslında beni eve bıraktıktan sonra aradı Ceyhun, uyuma sakın geldiğimde seninle bir şey konuşacağım dedi. Ancak saat gece yarısını geçti ve hâlâ eve gelmedi beyefendi. Daha fazla bekleyecek gücüm kalmadı, ne konuşacaksa sabaha kadar sabretsin artık.


Gözlerime yenik düşüyorum, seninle de yarın konuşuruz artık.

İyi geceler!