Ruhum karmaşalar içinde. Teselli diye sığındığım mabet daha da hüzne boğuyor beni. Akıtmadığım gözyaşı içimi yakıyor. Yaslandığım duvar başıma yıkılıyor. Nereye gitsem yabancıyım. Benimle aynı dili konuşuyor herkes ama hiçbir kelime ifade etmiyor ruhumun halini. Yürüyorum, varamıyorum. Koşuyorum, hâlâ aynı yerdeyim. Nereye gitsem misafirim sanki... Sonra gerçekten misafir olduğum geliyor aklıma. Keşke diyorum; benim de dünya ile ilgim, bir ağacın gölgesinde dinlenip sonra kalkıp giden biri gibi olsa... Keşke dünya benim için de bir gölgelik olsa... Bir kabullensem şu gerçeği, o zaman dinecek ruhumun yası. Bir kabullensem... Oysa ben dünyayı mesken belliyorum kendime. Tatmam için ikram edilen suyu kana kana içmeye çalışıyorum. Bir öğretebilsem ruhuma, bu dünyanın doyma dünyası olmadığını. Gölgesinde dinlendiğim ağacı bırakamıyorum. Kalkmak istemiyorum altından. Bu yüzdendir ki her saniyem, gideceğimi bilmenin huzursuzluğuyla geçiyor. Kulak versem nefsime, gölgeyi de istiyor ağacı da. Yetinmek nedir bilmiyor hiç. Ruhum bu doyumsuzlukla baş edemiyor. Zor da olsa kabul ediyorum nihayet. "Bu dünya bir gölgelik, bu dünya bir gölgelik..." Şimdi ruhum sükunete eriyor.

Meğer ruhumu daraltan şey, kabullenmek istemediğim faniliğimmiş. Hiçbir yerde bulamadığım teselliyi dünyanın geçiciliğinde buluyorum. Yetinmeyi öğretiyorum ruhuma; zamanla, mekanla ve imkanlarla. Şimdi bir ağacın gölgesinde dinleniyorum. Yalnızca gideceğim yeri düşünüyorum. Geride bıraktıklarımla değil yanımda götüreceklerimle ilgileniyorum. Bana verilen süreden fazla kalmak istemiyorum artık. Ve tekrarlıyorum kendime şu gerçeği: "Bu dünya bir gölgelik; sarayı olana da çadırı olana da..."