...
Soğuk nefesi de baş komiserle birlikte odayı terk ederken düşünmeye başladım. Ne kadar zamandır hastanede olduğumu bilmiyordum. Burada olduğum süre içinde dışarıda neler yaşanmıştı, sen ne haldeydin oldukça merak ettim. Bir an önce hastaneden çıkıp yarım kalan işlerimi tamamlamak ve seninle ilgilenmek istiyordum. Gözlerimi diktiğim tavan bembeyaz, boş bir tuval gibi kendini emrime amade etmişken, biri gelip beni azat edene kadar hayali fırçalarımla yine hayali, çok güzel resimler çizdim. Bu resimlerde hep kaybettiklerimizi ya da hiç bulamadıklarımızı aradım. Sen, ben ve kızımızın son derece sıradan insanlar olduğu mutlu bir hayatı…
Bu yapma hayatın içinde kayboluyorken bir hemşire ve doktor içeri girdiler. Birkaç tetkik yaptıktan sonra kendimi nasıl hissettiğimi sordular. Salıverilme umuduyla iyiyim dedim ve elimden geldiği kadar dinç görünmeye çabaladım. Bütün kemiklerimin ağrımasına karşın doktoru ikna etmeyi başardım ve taburcu oldum. Hastaneden çıkarken adım atmakta zorlanıyordum. Güçsüz olduğum için ya da bir sakatlığım olduğu için değil, üzerimde hissettiğim baskı bana yürümeyi unutturmuş olduğu için zorlanıyordum. Kaygı ve stres bozukluğu çeken ergenler gibi hissediyordum. Sanki, etrafımdaki insanlar yürürken bacaklarıma bakıyorlardı da ben de onlara yürümeyi bildiğimi kanıtlamak için çabalıyor ama çabaladıkça yürümeyi adım adım unutuyordum. Neredeyse bacaklarım birbirine dolanacak ve düşecektim. Arkamdan bakılınca nasıl görünüyordum acaba? Bacaklarım çarpık gibi duruyor olabilir miydi? Hâlbuki oldum olası şekilli bir vücuda sahip olduğum için Tanrı’ya şükrederdim. Lisedeyken annemden gizli işi pişirdiğim kızların hemen hepsi gözlerimin ne kadar güzel olduğundan bahsederdi. Bir erkek için gözlerinin övülmesi iyi bir şey miydi hiçbir zaman emin olamadım. Zira arkadaşlarım genelde kaslı vücutlarıyla, uzun boylarıyla ya da geniş omuzlarıyla ön plana çıkardı. Hoş, ben de kısa sayılmazdım. Ama kürdan gibi olduğum için boyumun önemi anlaşılmadı hiçbir zaman. Anne açısından şanssız bir çocuktum. Öğün atlayıp atlamadığım kontrol edilmezdi. Babam desen zaten dünyada yalnızca 5 yıl birlikte mesaimiz olmuştu. Baba özlemini çok çektim ve bu zamanla yitip gidebilen ya da alışabilen bir hasret değildi. Bundandır ki babamı düşünmek, babamı konuşmak bana hiç iyi gelmez.
Bir gün elimi uzun uzun inceleyen bir kız, parmaklarımın çok güzel olduğunu ve ince, uzun olmasının piyanoda avantaj sağlayacağını söylemişti. Bunu duyduğumda canım acımıştı. Çünkü müzik dinlemem yasaktı. Yalnızca annemin dayattığı ilahiler ve semavi, birkaç şey daha... Saçlarımı uzatmak istediğimde karşılaştığım tepki geldi aklıma. Kendi içimde bu konuyu geçiştirdim. Hoşuma gitmeyen anılardı bunlar. Acilen bu hastaneden çıkmam lazımdı. Yoksa ne kadar hoşuma gitmeyen anı varsa hatırlayacaktım. Etrafıma baktım. Bütün hemşireler, hasta bakıcılar beni izliyor gibiydi ya da hasta yakını gibi görünen şu diri herifler gizli polis olabilir miydi? Böyle hissetmeme sebep olan şey, elbette ki baş komiserin tavrıydı. Bir yandan bu düşüncelerde boğulup bir yandan da ağrıyan kemiklerimi çekerekten hastanenin çıkış kapısını aradım. Birden müthiş bir yorgunluk tepeme bindi. Fiziksel bir yorgunluk değil bu bahsettiğim. Yaşanamamış hayatın yanında yaşamaya mecbur bırakıldığım hayatın verdiği gereksiz bir yorgunluk. Bir soru zihnimin bütün dehlizlerinde dikenli bir tel gibi dolaşmaya başladı. Neden, neden bu hale gelmiştim? Yani mesela neden bu baş komiserle satranç oynamak zorundaydım ki? Benim hiçbir suçum yoktu. Bu hikâyenin masumu ve mağduru bendim. Kendimi savunulacak bir hâl içinde hissetmek canımı iyiden iyiye acıtmıştı. Sıcak çöllerde kavrulan bir bedevinin suya kavuşması gibi bu hastaneden bir an önce çıkıp kendimi güvende hissettiğim bir yere kavuşmak istiyordum. Hastanenin lanet olasıca çıkış kapısı gözüme ilişince biraz olsun rahatladım. Çıktığımda hava güneşliydi ve ılık bir rüzgâr tenimi okşuyordu. Derin derin nefesler çektim, gökyüzüne baktım. Sonunda yeryüzü ve gökyüzü arasında örtüsüzdüm. Gökyüzüne bakınca beni mutlu eden bir şey vardı: Her şeye rağmen seninle aynı çatı altında olduğumuzun farkına varıyordum. Dünya, yüz ölçümü çok geniş bir ev olsa da...
Şu tenimi okşayan ılık rüzgârdan medet umdum. Belki bir yerlerde senin saçlarına değip bana gelmiştir diye derin derin nefesler çekmeye devam ederken bir el omzuma dokundu. Arkamı döndüğümde kafatasıma sivri bir bıçak saplanmış gibi bir baş ağrısı hükmetti. Neden kurtulamıyordum bu kadından? Yaraları kabuk bağlamıştı. Tıpkı baş komiser gibi o da derin derin gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerimle onu o kadar örseledim ki zoruna gitmiş olmalıydı.
"Ben senin annenim. Bana nefretle bakamazsın."
Kahkaha atarak gülmek isterdim buna. Bana her türlü kötülüğü yapmış, beni bataklığın içine çekmiş fakat bir tek annelik namına bir şey yapmamıştı. Nasıl bu kadar yüzsüz olabilirdi bir insan? Cevap vermedim. Çünkü her söylenene bir cevabı vardı. Beyni yıkanmıştı yıllar boyu. Ne söylersem söyleyeyim asla anlamayacaktı. Bugüne kadar hiç anlamadığı gibi...
“Ben gelip seni ve aileni dünyanın öbür ucuna kaçırdığımda orada sözümü dinleseydin şimdi zina tohumu kızın da gerçek karın da yaşıyor olurdu.”
Yine aynı şeyi yaptı. Yine bütün kötülüklerinin faturasını bana kesti. Yine kızımı hatırlattı. Acılar içinde kıvranan, hiçbir zaman karım olarak göremediğim, kendi annesinin ve benim annemin baskılarıyla evlenmek zorunda kaldığımız karımı hatırlattı yine. “Ben sana elimi süremem.” dediğim zaman bana binlerce kez teşekkür eden nahif karımı. Ama öyle bir organize kötülüğün içindeydik ki zorla çocuk yaptırmak istediler bize. Aslında bunları düşününce annem olmasına rağmen karşımda zırvalayan bu kadını öldürmemem için hiçbir mantıklı sebep bulamıyordum. Ama yapmamalıydım. Çünkü ben ne onun gibi ne de bağlı bulunduğu örgüt gibi kötü değildim. Katil hiç değildim.
Hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladım. Bir an önce hurdalığa gidip olan biteni düşünmeli ve bundan sonra ne yapacağıma karar vermeliydim. Hurdalık dediğim yer, bu dünya üzerinde kendimi en güvende hissettiğim yerdi. Elbette senin koynundan sonra...
Bulduğum ilk taksiye atlayıp buraya geldim. Eğer her şey böyle berbat olmasaydı burası seninle yaşayacağımız evimiz olacaktı. Kendi ellerimle dizayn etmiştim. Ama annemin örgütü peşime düştüğünde buraya gelip tahribat yaratmış ve burayı resmen bir hurdalığa çevirmişti. İşi gücü yıkmak, tahrip etmek olan bu örgüt, dünyaya geldiğim andan itibaren başımın belasıydı.
Yani canım sevgilim, şimdi seni burada kilitli tutmak zorunda olmamın, ellerini bağlamak zorunda olmamın yegâne sebebi annemin bağlı bulunduğu örgüt. Doktor söyledi, insan aklı bazı acıları kaldıramazmış. Kızımızın ölmesinin sende yarattığı şok hafıza kaybına sebep olmuş. Hastaneye yatman gerektiğini de söyledi ama ben güvenli bulmadığım için izin vermedim. Bir tek şeye inandım: Sana yaşadığımız her şeyi tek tek anlatarak aklını geri getirebileceğime ve yaralarımızı yine birlikte sarabileceğimize… O yüzden şimdi beni iyi dinle. Sana seni, beni, kızımızı, zorla evlendirildiğim karım Sena’yı, onun âşık olduğu adam Kemal’i ve başına gelenleri, bizim başımıza gelenleri tek tek anlatacağım.
Fotoğraf: @kayra / KAYRA NEŞAD
Seyfullah Özalp
2020-11-09T18:20:23+03:00Teşekkürler Ferah, iyi ki buradasın :)
Ferah
2020-11-09T14:41:17+03:00Sitede okuduğum ilk romancılardansın Seyfullah. Aylar sonra tekrar okuyor olmak biraz duygulandırdı. Sonraki bölümü beklemek için birçok sebebim var artık. Kalemine sağlık.
Seyfullah Özalp
2020-11-08T19:35:04+03:00Bu hikayeyi tamamlamak kırk yıl bile sürse hep senin devamını beklediğini biliyorum. Bu heyecan senin heyecanını döver dostum dostum :)
Yasemin Çargıt
2020-11-07T22:49:02+03:00Aynı heyecanla okuyorum defalarca okusam da :)