Her zamanki gibi alarmın çalmasına gerek duymadığım bir cumartesi sabahının rutin işlerinden bıkmışçasına yatakta öylece duvara bakıyordum. Nefes almanın bile monotonluğun parçası olduğu bu hayatta; değerli olan, bize can veren nedir ki? "Ne zaman yaşamaya başlayacağız, ne zaman isteklerimiz dertsiz tasasız bizim olacak…" diye düşündüm. Ayrı bir yorgunluk vardı yüreğimde ve bedenimde ama kalkıp giyinmem, çocukları uyandırmam, kahvaltıyı hazırlamam ve işe gitmeden evvel onları anneme götürmem gerekiyordu. Hemen işe koyulmam lazımdı, düşüncesi bile sıradanlaşmış bu zamanları “yeni bir gün” diye adlandırmak ne kadar da zordu. Daha fazla şikayet etmeden kalktım yerimden. Mutfağa doğru ilerlerken çocukların odasını tıklattım:

-Umut, Hayal… çocuklar! Hadi kalkın, sabah oldu.


İlerleyiş sırasında ‘kendime ayıracağım bir gün dahi yok, çocuklara da ne zamandır doğru düzgün vakit ayıramadım.’ diyerek söylendim kendi kendime. Ardından radyoyu açıp günüme renk katması için frekansı ayarlama başladım. Bugünü dünden farklı kılan sadece radyoda çalan şarkılardı, gerçi onlar da iki gün sonra aynılaşmaya başlayacaktı da yine de şimdilik bunun önemi yoktu. Evet 17.3 "Seda Yanık ile Özlenen Melodiler", Pal Nostalji...


-Hadi anneciğim kalkın artık, çabuk! diye tekrar seslenerek şarkının sesini açtım. Şansıma bakın ki bu yılgın tavrıma denk gelen şarkı Adnan Şenses: "Neden saçların beyazlamış arkadaş?" Adnan Bey tüm içtenliği ile söylüyordu şarkıyı: “Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime, Allah'ım bu dünyaya ben niye geldim?” Neyse ki şarkının sonuna denk gelmiştim, yoksa hayata karşı isteksizliğime ve içten içe isyan edişime boyun eğmek zorunda kalacaktım. ‘Yaşamı sorgulamak sırası değil şimdi, kusura bakma Adnan Abi’ dedim seslice. Adnan Bey yerini Adnan Abi'ye bırakınca birden içimden gelen bu samimiyet yüzümü güldürmedi değil. Kahvaltı hazır olmak üzereydi, çocuklar da üzerlerini değiştirmeye koyulmuşlardı, saate baktım, 10.48, harika!


-Sıradaki şarkımız "Bir garip yolcuyum hayat yolunda" sözleri ile Ajda Pekkan’dan geliyor.

Tam bu sırada çocuklar geldi, radyonun sesini biraz kıstım ve masaya oturdum. Ne zaman sofraya otursam eşim gelir aklıma, onu kaybetmenin üzerinden tam yedi yıl geçti, yedi yıl tek başıma yemekleri hazırladım, çocukları tek başıma yedirdim, içirdim, yetiştirdim. Her seferinde onsuz şu masaya oturmanın acısını duyar, onun öldüğünü düşündükçe yaşamaya küserdim. Neyse ki evlatlarım vardı, tutunduğum umudum, sarıldığım hayalimdi onlar. Gözlerim dolu dolu onlara bakarken:

-Yalan dünya her şey bomboş… diyerek beynimin bir tarafı Ajda Hanım'a eşlik ediyordu.


Çocuklar kahvaltılarını uykulu gözlerle yapmaya çalışırken bir yandan da cumartesi günü olmasından ve benim yine çalışacak olmamdan kaynaklı mahzun bakışlar atıp sitem dolu sözler söylemeye başladılar:

-Birbirimize yetemeden, doyamadan geçiyor günler anne farkında mısın? Babamı rüyalarımda görmem gibi seni bu evde görmek, seninle vakit geçirmek...


Umut’un sözleri yüreğime dokundu. Onlar için rüyada hasret giderilen bir ölü gibiydim, vardım ama yoktum. Onlar için onlarsız kalıyordum. Bir çocuğun en büyük ihtiyacı nedir diye düşünürken bir anda diğer şarkıyla irkildim:

-Bana yalan söylediler, bana yalan söylediler, kaderden bahsetmediler...


Hemen saate baktım, kahvaltı masasında bayağı oyalanmışız. (12.43) Çocukları hazırlanmaları için odalarına yolladım, ben de etrafı toparlayıp hazırlanmaya başladım. Bu cumartesi 4-12 vardiyası ile çalışacaktım. Ona göre saat 14.45 civarı evden çıkmamız gerekiyordu. Hazırlanmalarımız bittiği (saat 14.30) sırada radyonun hala çaldığını fark ettim.

-Bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsa...


Keşke, keşke bayram olsa diyerek kapadım.

-Çocuklar ben aşağıya iniyorum, marketten almam gerekenler var, on dakika sonra aşağıda olun, gecikmeyin.

-Tamam anne. (İkisi birlikte.)


Aşağı indim, evin karşısındaki markete yürüyordum. Bir anda bir sarsıntıyla yere düştüm, sanki yer ayağımdan kayıyordu, durmuyordu. Deprem, depremdi bu! "Çocuklaar" diye bağırıp geri koşmamla birlikte koca bina gözümün önünde yerle bir oldu. Gözlerimin önünde çocuklarımın başına yıkıldı yuvam. Enkaza doğru koşmaya çalışırken diğer binadan başıma düşen bir parça ile yere düştüm, sonra bayılmışım. Acıdan bayılmak nedir bilir miydim? Keşke bilmeseydim. Uyandığımda hastanedeydim, kolumda takılı serumu gördüm. İğneyi çıkardım hemen, çocuklarım diyerek dışarı çıktım. Pencerelerden görüldüğü üzere hava kararmıştı, depremin üzerinden 11 saat geçmişti. Bir kadın bana doğru yaklaştı:

-Sevinç Hanım sakin olun, çocuklarınız yaşıyorlar, Umut Güngören ve Hayal Güngören. Siz bayıldıktan sonra hastaneye getirildiniz, bu sırada görevli arkadaşlarımız enkaz bölgesinde evlatlarınıza ulaştılar...


Diğer hiçbir kelimeyi hatırlamıyorum, hemen çocuklarımın olduğu yere götürülmek istedim, müşahede altındalardı; o güzel yüzlerinde tozlar, kollarında çizikler vardı. Sarılmak istedim, izin vermediler. Ağlamaktan göz pınarlarım kurumuştu. Odama götürmek istediler fakat istemedim, sadece onlara bakmak istiyordum, gözümü bir an olsun bile ayırmak istemiyordum çocuklarımdan. Bütün sabah rutine binmiş hayatım için söylenirken şimdi onun için ömrümün geri kalanını feda edebilirdim. Bulunduğum hayatın, yaşamanın, nefes almanın ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlamıştım. Yan tarafta kapısı açık bir odadan televizyondaki haberlerin sesini duyuyordum. Kapının kenarından televizyona baktım; yıkılan evler, harap olmuş aileler, onlarca insanın hayatına mal olmuş bir deprem ve spikerden gelen ses:

-Burada şimdi bir sessizlik oldu, bir umut bekleyişi var.

Afad görevlisi:

-Sesimi duyan var mı?

-Ses geliyor, ses!


Gelecek küçük bir sesin umuduna, o umudun hayaline tutunmuş milyonlar gibi ben de umudum ve hayalime tutunmuştum.

Kafamı çevirirken kolumdaki saatin 14.52'de durduğunu gördüm, deprem anında kırılmıştı. Zaman sanki oraya sabitlenmiş durmuştu, birileri için…

-Yaşanan depremin mucizesi Elif bebek, hayata kahramanının serçe parmağına tutunarak döndü!


O gün televizyonda duyduğum son cümle buydu. Çocukların yanına gittim, tekrardan telefonumu getirdiler, radyoyu açtım, gözlerimden sadece yaş akmıyor; huzurum, evim, şikayet ettiğim ne kadar şey varsa onlar akıyordu.

107.3 Pal Nostalji.

-Sıradaki şarkımız Cem Karaca'dan: “Doğarken ağladı insan, bu son olsun, bu son.”