“Günaydın.” sesiyle uyanıyorum. Meltem hazırlanmış, çıkmak üzere. “İşe gidiyorum. 4-5 saate gelirim,” diyor, “etrafı toplayın bugün biraz.” 

“Tamam görüşürüz.” diyorum yarım ağızla.

Telefonu elime alıp bildirimlere bakıyorum.

Bir tane meditasyon uygulamasından:

“Günaydın! Yataktan çık ve güneşi selamla!”

Güneşi sikeyim.

Bir tane alışveriş uygulamasından: “50 liralık kuponun hesabına tanımlandı! Hemen uygulamaya giriş yap ve harcamaya başla!”

Yalnızca bizim belirlediğimiz markalarda ve 2800 liralık alışverişlerde geçerli. Biliyorum bu tuzağı. Yemezler.

Bir başka alışveriş uygulaması: “Kullanmadıkların var biliyoruz! Ürünlerini yükle, güvenilirliğini arttır ve satışa başla!”

Dolabımdakilere göz koymuşlar. Dolabımda satacak bir şey yok ki. İki pantolonum var zaten. 

“Kalk yatağı toplayalım.” diyor Kemal. Kemal’e bakınca abimin intihar eden arkadaşı geliyor aklıma. Onun da adı Kemal’di. Odadaki teki yana devrilmiş ayakkabısını ve kenarda duran bağlamasını unutmamıştı abim. Ben de kendisini kalorifer borusuna asmış olmasını unutamadım. “Hadi toplayalım.” diyorum Kemal’e. Aklıma Mustafa Kemal geliyor şimdi de. Harp okulunda yatağını topladığı bir görüntü. Bizim Kemal bedelli yaptı askerliğini. Bahse girerim nizami bir şekilde yorgan katlamayı bilmiyordur. “Öğretsem mi lan?” diye düşünüyorum ama hemen vazgeçiyorum. Ne işine yarayacak?


“Ne yiyelim?” diye soruyorum Kemal’e. Karnım hiç aç değil. Dün gece o kadar alkolün üstüne bir kilo çiğköfte yiyip sızdık Kemal’le. Ama güzel bir kahvaltı yapasım var. “Menemen söyleriz.” diyor Kemal. “Olur.” diyorum. “Ya da evde yapalım mı?” diye soruyor Kemal. “Olur.” diyorum yine. “Patates var mı evde?” diye soruyorum. Menemenin yanına patates kızartması yapmak istiyorum. “Yok.” diyor Kemal.


Bugün hava çok güzel. Pencereyi açıp temiz havayı çekiyorum içime. Direkt karşı binaya bakıyorum. English Dil Okulu bilmem ne. “Boş boş evde oturacağına git de dil öğren şurada” demeyi düşünüyorum Kemal’e. Bütün bir cümleyi kuruyorum içimden ama vazgeçiyorum söylemekten. Bazen gereksiz bir cümle bile kurmak istemiyorum. Konuşmanın gidişatı aklımdan geçiyor. Kendi kendime tamamlıyorum zaten.


Aşağıdaki kafeye, tekele ve pub’a bakıyorum sırasıyla. “Mekanlar kapalı mı lan şimdi?” diye soruyorum Kemal’e. “Evet.” diyor. “Kafeler de mi?” “Evet.” Niyeyse mekandan kastettiğimin bar olacağını düşündüğünü düşünüyorum. O yüzden “Kafeler de mi?” diye soruyorum. Osmanağa’ya doğru bakıyorum önce. Sonra tam soldaki binanın bizim hizamızdaki pencerelerine bakıyorum. Orada yaşayanlar da genç bizim gibi. Perdeleri yok. Arada eğleniyorlar. Kafam güzelken onlarla arkadaş olmak istediğimi hatırlıyorum. Neden bilmiyorum.


Kemal’in dev ekranında müzik açık yine. Müzik dinlemeyi ve klip izlemeyi çok seviyor. “Dinlesene bunu bak bu çok iyi.” demeyi de çok seviyor. O ses Türkiye’nin başka bir ülkede geçen bir versiyonunu açıyor Kemal. “Dinlesene bunu bak bu çok iyi.” diyor. Lise çağında bir çocuk. Billie Eilish’in Lovely şarkısını söylüyor. Billie Eilish’ten güzel söylüyor. Önce ben döndürüyorum sandalyemi çocuğa. Sonra bütün jüri. 

Lana Del Rey açıyor şimdi de Kemal. “Cem bunu çok seviyor. Aşık resmen. Evlenirmiş onunla.” diyor. Cem bütün ülke tarafından bilinen bir şarkıcı. “Cem eşcinsel değil miydi?” diye soruyorum. Cevabı biliyorum. Bütün ülke cevabı biliyor. Kemal yine de cevap veriyor: “Evet ama yine de evlenirmiş. Drake’le de evlenirmiş aynı zamanda.” 

Gülümsüyorum. “Cem yurtdışına açılmayı düşünmüyor mu? Belki dünyaca ünlü olabilir ve hem Drake’le hem de Lana del Rey ile evlenebilir.” diyorum. “İngilizce albüm yapmayı planlıyor.” diyor Kemal. 

“Limon var mı evde?” diye soruyorum. “Bilmem vardır belki.” diyor Kemal. Kalkıp bakmıyorum. O da bakmıyor. İkimiz de evde limon var mı bilmiyoruz.


“Hadi Moda Sahil yapalım.” diyor Kemal. Aklıma lise yıllarım geliyor. “Bu hafta halısaha yapalım.” demiştim Emre’ye. “Yapılmışı var. Orada oynarız demişti.” Epey gülmüştük. Gülümsüyorum Kemal’e. Yapılmışı var diyorum içimden. “Olur,” diyorum. “gidelim.”

“Ama erken gidelim,” diyorum, “güneş gitmeden.”

“Olmaz,” diyor Kemal “Güneşi batırmamız lazım.”


Kapı çalıyor. Sipariş geldi. Koşar adım çıkılan merdivenler. Maskeli kurye. Temassız kredi kartı. İyi günler kurye kardeş. İyi günler işçi sınıfı. Aklıma bir hikaye yazsam maskeden falan bahsettiğim zaman anlaşılmayacağı geliyor. Okuyan birisi “Ne maskesi lan?” der bundan yüz yıl sonra.


“Hani evde yapacaktık menemeni?” diyorum Kemal’e. “Menemenlik malzeme alsak daha pahalı tutacaktı. Bir de üstüne yorulacaktık yemek yapmakla.” diyor. Aklıma, hikaye yazsam eğer bu konuşmadan dönemin ekonomisinin bok gibi olduğu anlaşılır mı acaba sorusu geliyor. Bu sorunun ardına da Antik Yunanlar geliyor aklıma. Akıllarına bir şey geldiği zaman onun kendi fikirleri olmadığını, tanrının isteği olduğunu düşünürlermiş. Kemal’in tanrısı Moda Sahil'e gitmesini istedi. Benim tanrım da Moda Sahil'e erken gidip güneşi kaçırmamamı istedi. Tanrılarımız arkadaş olabilir. 


“Bırak şu kitabı artık.” diyor Kemal. “Az kaldı bitecek birazdan.” diyorum. Kemal’in huyudur. Elinden telefonu düşürmez ama seni sürekli uyarır. 

“Buraya kitap okumaya mı geldin?” 

“Buraya tabletle oynamaya mı geldin?”

“Buraya Twitter’da takılmaya mı geldin?”


“Akşama ne içelim?” diye soruyor Kemal. “Siktir git.” diyorum vakit kaybetmeden. “Ne içelim?” diye soruyor tekrardan. İkimiz de biliyoruz, akşama mutlaka içeceğiz. “Bira var ya dolapta. İçeriz işte.” diyorum. “Yok.” diyor Kemal, “bira yoruyor beni.”


Kemal’in psikolojisi bozulmuş. Buraya bunun için geldim. “Çocukluk anılarım geliyor aklıma.” diyor Kemal. Bir gün kız kardeşinin kafasına dayamış silahı basmış tetiğe. “Niye yaptım?” diye üzülüyor şimdi. “Silahı boş zannediyordum.” diyor. “Üzülme Kemal,” diyorum “boncuklu tabancaymış alt tarafı.” “Ya gerçek silah olsaydı?” diyor. Kemal’in endişesini çok iyi anlıyorum. “İşe gir.” diyorum. “Ben öyle yaptım Kemal. Geçen yaz sohbet ederken masadan kalkamaz hale geliyordum. Bayılacak gibi oluyordum. Nabzım hızlanıyordu. Bundan on yedi yıl önce o 10 lirayı neden istedim, bir 10 lira için annemi neden ağlattım, diye çok üzüldüm Kemal. Ama o günleri geri çeviremiyoruz işte. Bugüne odaklanmalıyız. Çalışmalıyız. Kafamızı meşgul etmeliyiz.” Aklıma Samurayların İnancı’nı okurken denk geldiğim bir cümle geliyor:

"En yüceye saygı duyun, en alçağa karşı sabır gösterin. Bugün yapacağınız en küçük iş sizin dininiz olsun. Yıldızlar size çok mu uzak? Ayağınızın altındaki bir çakıl taşını alın ve her şeyi ondan öğrenin."

“Kemal’e söylesem mi?” diye düşünüyorum ama o, sözlerden etkilenen bir tip değil. “Yok.” diyor Kemal, “Ben hayatımdan memnunum. Sabah 8 akşam 5 çalışamam.”

“Zaten çalışamazsın. Öyle bir iş kalmadı Kemal.” diyorum, “minimum 12 saatini alırlar üç kuruş para için.”


Kemal birini arıyor. “Para yolla bitiğiz.” diyor. Meltem’i arıyor sonra da. “Çok hafif topladık.” diyor. Meltem evi toplayıp toplamadığımızı merak ediyor. Evi bok götürüyor. 


Kitabı bitiriyorum. Ayracı ilk sayfaya koyuyorum. Güneş gitmiş. “Sahile gitmiyor muyuz?” diye soruyorum Kemal’e. Kemal internette izlediği bir videoya sövüyor. Hangi videoyu izlediğini biliyorum. Bütün ülke biliyor. Kağıt toplayan adam 5600 lira cezayı nasıl ödesin? Beş büyükler geliyor aklıma. Milyarlarca lira vergileri silinen inşaat devleri. “Kemal, siktir olup gidelim artık sahile.” diyorum. Bize tahsis edilmiş bedava alanlarda eskaza başımıza bir bela gelmeden geçireceğimiz birkaç saatlik huzurun peşindeyiz. “Siktir et,” diyor Kemal “bir şeyler içelim.” 

“Olur.” diyorum.

“Bir de iddia oynayalım.” diyor.

“Olur.” diyorum.