Gecenin koynunda, yıldızların dahi unuttuğu bir karanlıkta oturuyorum. Sessizlik, duvarlara çarpıp yankılanıyor. İçimde büyüyen bir şey var; adı yok, şekli yok. Ama orada olduğunu biliyorum. Bir yük gibi, bir boşluk gibi, her nefesimde içime doluyor.


Pencereye doğru uzanıyorum. Camın arkasındaki dünyaya bakıyorum, İnsanlar koşuyor, gülüyor, konuşuyor… ama ben o ritmin dışında kalmış gibiyim. Elimle cama dokunuyorum; soğuk.


Bir kağıt alıyorum masadan. Beyazlığı beni korkutuyor. Bu kadar temiz bir şeye ne kadar kir bırakabilirim? Yazmaya başlıyorum. Önce usulca dökülüyor kelimeler, sonra bir çağlayan gibi hızlanıyor. Acılarım, düşlerim, yaralarım… Hepsini döküyorum o sayfaya. Bir günah çıkarma, bir itirafname belki de. Ama en çok bir isyan. Tanrı’ya, hayata, insanlara… Kendime. Her satırda biraz daha eksiliyorum, biraz daha kendime yabancılaşıyorum. Kağıt bittiğinde ben de biteceğim gibi hissediyorum.


Suyu hatırlıyorum sonra. Günlerdir içmediğim suyu. Bir bardak, sonra bir bardak daha… Midemde ağırlık yapıyor ama bu ağırlık bile hafifletmiyor içimdeki boşluğu. Neden hep suya döner insan?


Sonra masaya bakıyorum. Tabure desen değil, masa desen değil. Yine de hep orada, köşede duran o şey. Bugün bir anlam kazandı. Onun üstüne çıkıyorum, yükseklik hissettirmiyor. Aşağıda bıraktıklarım daha ağır.


Son bir şarkı seçiyorum, melodisi doluyor odaya, gözlerimi kapatıyorum. Şarkının her notasında biraz daha uzaklaşıyorum buradan. Sabaha karşı bulsunlar beni. Ayaklarım boşlukta asılı ve ayaklarımın altında dursun tüm canımı yakanlar.