Yorgunluğun kara bulutları içinde bir yıldırımım ben.
Yükümü boşaltacak yer arayan, çakacak toprak bulmak isteyen; küçük, parlak bir yıldırım.
Artık sığmıyorum sanki bulutların içine, taşıyamıyor bulutlar eksi yüklü elektronlarımı.
Yağmurla inmek isterdim yeryüzüne ben.
Küçük zerreciklerle beslemek isterdim toprağı.
Çıkamıyorum toprağın koyu kahve ölümünden.
Çıkmak da istemiyor gibiyim sanki, ölümün kan kokan pençesinden.
Üzerinden zaman geçmiş, yıllanmış bir tabutum ben.
Üzerindeki toprak kurumuş, her tarafı böceklerle sarılmış, çürümüş, rengi solmuş gül ağacı bir tabut.
Kırılmış, sararmış kemiklerim sığmıyor tabuta.
Üzgünüm çiçekler atılmıyor mezarıma, toprağım kurudu, su döken kimse kalmamış sanki.
Bir karanfil bitsin isterdim, bin yenisi ekilsin, bin eskisi solsun, otlar bürüsün her yanımı, yeşersin isterdim.
Mezar taşıma çivilerle şiirlerim kazınsın isterdim.
Mezar taşı bendim, solan çiçekler insanlar olurdu.
Mezarın bağrından yeşeren bin yeni dost, ancak öldükten sonra.
Yatağını kaybetmiş bir su şöleniyim ben, balıkların susuzlukta boğulduğu, dereotların kuruduğu ince bir su demeti gibi sesim.
Yeni balıklar doğurtacak bir aşktı su misali ben, yatağını bulduğunda.
Kıvrıldığında, sıcak rahat yastığına koyduğunda başını ben.
İzleyecektim odamın tavanını, yatağını bulan derenin; parlak yıldızlar altında bir oraya bir buraya çarparak akmaya devam eden.
Üzgünüm karanfil
Üzgünüm dere
Üzgünüm mezar
Üzgünüm su
Ve üzgünüm gökyüzü
Ve üzgünüm Deniz
Güzel sizleri alet ettiğim için, kötü şiirlerime.
Adınıza nice güzel sözler yazılacakken, içimin karanlığı ile kirlendiğinize.
Mezarın yedi kat dibinden uyandırdığım için sizleri, özür dilerim.
Rahatsız ettim.