Tabuttan hallice bir pansiyon odasında kan ter içinde uyandı. Odada pencere olmadığından koridora çıkıp gövdesini eski ahşap pencereden dışarı uzattı. Serinleyeceğini düşünmüştü ama bir alaf rüzgarı çarptı tenine. Sivrisinek ısırıklarının teninin altında çıkardığı yangını görmezden geliyordu. İki elini birleştirip avuç içleriyle yüzünü ve boynunu sildi. Avuçlarına devreden teri kalçalarına sürterek eski pantolonunda kuruttu. Yeniden odaya döndü. İşaret parmağının ucunu yalayıp sigara çarşafından bir tane çekti. Şeffaf poşetin köşesine yığılmış, artık toz haline gelmiş bir sarımlık tütünü tutam tutam ekeledi kâğıda. Baş parmaklarıyla loğladı tütünü. Başını kalın, ağızlığını ince yapardı hep. Fakat tozu çıkmış tütün bu sefer buna müsaade edecek gibi değildi. Olduğu gibi sarmaya karar verdi. Vücudu nikotine acıkmıştı. İçerken açılmasın diye kağıdın dış kenarını küçük küçük dişlemeyi huy edinmişti. Tam dişlediği sırada fark etti iki kâğıt olduğunu. Hay aksi. Bu kâğıdın çok ince olması kâğıt dumanı çekmemek açısından iyiydi ama çoğu seferinde ikisi üst üste geliyor, insanı sinir ediyordu. Hele bir de soğuk havalarda sigara sarmak işkenceye dönüşüyordu. Neyse ki destede kâğıt vardı. Elindeki ziyan olan kâğıtları tütünü dökmeden yavaşça şilte yatağın üzerine koydu. İşaret parmağının ucunu yeniden yalayıp desteden tekrar kâğıt çekti. Parmağındaki tükürük, kâğıda dokunduğu köşeyi iyiden iyiye ıslattı. Sararken yırtılır bu diye düşünüp desteden yenisini çekti. Bu sefer işini garantiye almak için kâğıdı nazikçe tutup kenarına üfledi. Dudaklarının arasından süzülen narin rüzgarın etkisiyle birbirilerine sıkıca tutunmuş 3 kâğıt olduğu açığa çıktı. Birini tutup aldı eline, diğerlerini desteye bıraktı. Yatağın üstüne koyduğu, önceki denemesinde kalan tütünü dikkatlice yeni kâğıdın içine döktü. Baş parmaklarıyla loğladı ve kenarlarını dişleyip dilinin ucuyla boydan boya yaladı. Baş parmaklarını ileri iterken kağıda yataklık eden işaret ve orta parmaklarını geri çekerek sigarasını dürüm yaptı ve yapıştırdı. Zıvanası olmadığından ağzına tütün gelmemesi için sigarasının ağız kısmını parmaklarıyla kıvırdı. Öper gibi dudaklarının arasına götürdü sigarayı. Kibrit kutusunu da avucuna alıp tekrar koridora, eski ahşap pencereye yöneldi. Güneş yeni doğmuştu. Birazdan gözüne girecek gibiydi. Şimdilik gölgeleri uzatmakla meşguldü. Uzun uzun baktı pencerenin ötesindeki dünyaya. Dünyanın en sahici manzarasına. Küçük küçük bir sürü tepecik ve hepsinin başında beyaz bir taş. Taşların üzerinde yazı. Yazıların her biri bir hikâye. Her taşın ardında bir çam. Her çamdan düşen bir kozalak. Her kozalaktan bir ses. Gerisi hep sessizlik.

Kibrit kutusundan bir çöp çekip çıkardı. Kavın üzerinde nazikçe sürükledi. Yaşlanmış gibi. Birkaç an boyu gözlerinin hizasına tutup alevi seyretti. Sonra iki sevgiliyi kavuşturur gibi değdirdi alevi sigaranın ucuna. Çabucak tutuşan sigaranın ucu cızırdadı. Derin bir duman çekti içine ve bütün hücrelerini doldurdu nikotinle. Duman ağzından ve burnundan dışarı süzülürken düşünmeye başladı. Zamanı düşündü. Nasıl da hızlıca ve hissettirmeden akıp gittiğini... Dört duvarın arasında geçen 22 yıl. Bir ölüm kaç saniyede gerçekleşir? Bir doğumun sancısı ne kadar sürer? Peki yalnızlık, kimsesizlik? Hatırlanmamak? 22 yıl boyunca her gün denizleri düşünmüştü. Çünkü onun hikâyesi denizdi.

 

Mütevazı bir yaşamı vardı. Küçük kayığıyla denize açılır, denizi yormadan ve yorulmadan tutabildiği kadar balık tutar, tuttuklarını akşam pazarında satıp harçlığını çıkarırdı. 22 yaşındaydı. Babası o çok küçükken rahmetli olmuştu. Annesi ve kız kardeşi ile birlikte yaşıyordu. Kendisi denize aşık olduğundan mıdır nedir okul işlerine hiç önem vermemişti. Ama kardeşi okusun istiyordu. Her gün tuttuğu balıkların yarısını kardeşinin kısmeti sayıyor, onların parasını biriktirip kardeşinin eğitimine harcıyordu. İşte böyle günlerden birinde yine balığa çıkmak için sabaha karşı uyandı. Üzerini giyip ağzına bir iki lokma sokuşturdu. Tam evden çıkacakken annesi, "Oğlum hava çok kötü, fırtına kopacak, bugün gitmeyiver." dedi. Fırtınalı havalarda çok açılmıştı denize. "Bir şey olmaz anacığım." deyip koptu evden. Anası ardından bakakaldı. Sanki bu gidiş denize değil de denizlerin ilerisineydi.

 

Güneşin ilk ışıklarını selamlamaya hazırlanan sokakları ağır ağır yürüyerek geçti. Rıhtıma vardığında, gece şehirden hıncını alıp sakinleşen bulutlar yeniden köpürmeye başlamış ve sivri damlalar havayı delmeye meyletmişti. Kayığının bölmesinden yağmurluğunu çıkarıp giydi. Etrafta birkaç balıkçı kendi kayıklarıyla hazırlık yapıyor, sis denizin üstünü sıkı sıkıya örtüyor, rüzgar yakaladığı her yağmur damlasını bulduğu her surata sertçe çarpıyordu. Kayığını denizden ve eşyanın özgürlüğünden alıkoyan halatları çözdü. Küreklere asılıp açılmaya başladı. Çektiği her kürekte yardığı dalgalar kayığın iki yanından aşıyor, yağmur ise denize büyüklenircesine yağmaya devam ediyordu. Hiçbir zaman balıkçılığın kolay bir iş olduğunu düşünmemişti. Yaşam ve ölüm adlı iki ada arasında gidip gelmeye benzetirdi. Yaşama yani kıyıya ne kadar yakın dursa o kadar az balık çıkardı. Açıklara giderdi hep. Bu ölüme yaklaşmak demekti ama kıyıya yakın aç yaşamak da ölümün başka bir ihtimaliydi. Bir gün büyük bir teknesinin olacağına dair hayaller eşliğinde asıldığı kürekler nihayet onu istediği noktaya getirdi. Her sabah kısmetini merak eder ve bir tahminde bulunurdu. Av bittiğinde tahmini doğruysa eğlenirdi. Onun eğlencesi de hüznü de denizlerin dibinde saklıydı. Vira bismillah deyip kayığın öteki ucundaki bölmenin üstüne sarkan ağı açmaya başladı. Ağ açıldıkça bir ağlama sesi duyuluyordu. İnsan bazen denizin ortasında çıldıracak gibi olur, her türlü sesi duyardı. Sağına soluna bakındı. Sisten, kayığından ve ağından başka hiçbir şey görünmüyordu. Böyle durumlarda en iyisi her ne duyuyorsan duymazdan gelmekti. Öyle yaptı ve ağını açmaya devam etti. Her bir karışını inceledi ağın. Delik yoktu. Yavaşça kayığın sol tarafından saldı suya doğru. Şimdi beklemek zamanıydı. Küreklerin hizasındaki oturağa oturdu. Oturur oturmaz gördüğü şey onu çok korkuttu. Ağların üstünden sarktığı bölmenin altında bir çift göz kendisini izliyordu. Ne yapacağını bilemedi. Koca denizin orta yerinde, adım atacak tek yer bu kayıkken ve uçmayı bilmezken bu gördüğü şey fazla haksız bir rekabetti. Dikkatli bakınca gördüğü şeyin de kendisinden korktuğunu anladı. Bölmenin altında iki büklüm haliyle, gözü yaşlı bir genç kız tir tir titriyordu. "Korkma," dedi. "Korkma, çünkü ben de korkuyorum." Malzemeleri koyduğu bölmeden yedek yağmurluğu çıkarıp kıza uzattı. "Giy bunu, biraz olsun sıcak tutar." Genç kız bölmeden çıktı. İki büklüm orada durmaktan her yeri uyuşmuştu. Yağmurluğu giydi. Özür dileyerek başladı söze. 16 yaşındaymış. Ailesi zorla evlendirmek istemiş. O da gece evden kaçmış. Nereye gideceğini bilememiş, yağmur bastırınca da kayığın bölmesine sığınmış. "Abi..." dedi. "Bana yardım et ne olursun. Evlenmek istemiyorum." Yağmurla dövüşür gibi ağlıyordu. Bir kayık, genç bir adam ve genç bir kız. Denizin orta yeri. Fırtına geliyorum diyordu. Yalnız yağmur ve düşünceler hareketli. Kayık bile toprağa gömülmüş gibi. Deniz sanki ölmüş gibi sessiz. Ne yaşadığını idrak etmeye çalışan balıkçı bir kıza bakıyor, bir havaya. "Dur şimdi." dedi. "Ağlama, bulacağız bir çaresini." Hızla ağını toplamaya başladı. O ağını topladıkça kız yalvarıyordu. "Abi n'olursun beni kıyıya götürme. Beni bulurlar evlendirirler zorla. Burası iyi, deniz iyi, çok büyük. Beni burada kaybet abi. Kimse bulamasın." Kız yalvardıkça, ağı toplandıkça, düşünceleri birbiriyle çarpışıyordu. Çarpışan düşüncelere sert bir yıldırım sesi eşlik etti. Bir anlığına gökyüzü parlayıp söndü. Yağmur damlaları hızlandı. Deniz dirilmeye başladı. Kayık suda olduğunu hatırladı. Rüzgar kayığın etrafında çember çiziyor gibiydi. Kız yalvarıyor, ağ toplanıyor, kayık sallanıyor, adam düşünüyordu. Birden gök arka arka gürlemeye başladı. Artık her bir damla daha büyük ve daha sertti. Dalgalar kayığın duvarlarına çarparak geçiyordu. Ayakta durmak hayli güçleşti. Adam da kız da oturup tutundular. Gök yeniden gürledi. Dev bir dalganın geldiğini gördüler. Adam sıkıca tutundu.

 

Fırtına dinmişti. Bir balıkçı teknesinde tayfa bu fırtınayı sağ salim atlattıkları için sevinçliydi. Balıkçılardan biri uzakta alabora olmuş kayığı fark etti. Kaptana haber verdi ve hızla ilerlediler. Kayığın yanına vardıklarında arkada çırpınan genci gördüler. Balıkçılardan ikisi suya atlayarak onu sürükledi ve tekneye çıkardı. Genç adam dalgalara karşı direnmekten ve hayatta kalmaya çalışmaktan yorgun düşmüştü. Zaten hayatta kalmak, denizin dışında da olsa yorucuydu. Tekneye yatırdıklarında balıkçılardan birinin yakasından tutup "Kız!" diye inledi ve bayıldı. Balıkçılar sağa sola bakındılar. İleride suyun üzerinde bir yağmurluk fark ettiler. Botla oraya gidip dalış yapan balıkçılar genç kızın cansız bedeniyle birlikte tekneye döndüler. Dev dalga geldiğinde genç kız tutunmayı reddetmişti. Evlenmemek için denizde kaybolmayı yeğlemişti. Balıkçı teknesi bari genç adam kurtulsun diyerekten bir an önce hastaneye yetiştirmek için hızla kıyıya doğru ilerledi. Kıyıya vardıklarında denizde ceset bulunduğu haberini alan genç kızın babası tekneyi bekler vaziyetteydi. Genç adam hastanede ifadesini alan jandarmaya, kızın anlattığı zorla evlendirilme meselesini anlattı. Kızın babasını gözaltına aldılar. Ne var ki kötü her zaman kötüydü ve kızının ölmesi dahi bu babanın taş kalbini yumuşatmamıştı. Kendi kurtuluşunun çaresini genç adama iftira atmakta buldu. Kızını kaçırdığını ve denizde ölümüne sebep olduğunu söyledi. Mahkemede de genç adamı kızıyla gördüklerini söyleyen, ilişkileri olduğunu söyleyen iki yalancı şahit ayarladı. Adam ne dediyse inandıramadı hakim beyi. Bir süre tutuklu yargılama devam etti. Kızın babası her şeye muktedir Vasfi Bey, genç adama haber gönderip suçu kabul etmesini yoksa anasıyla kız kardeşine fenalık edeceğini söyledi. Duruşmada adamın ağzından çaresiz yalandan bir itiraf döküldü. "22 yıl..." dedi hakim. "Ananla bacını unut!" dedi Vasfi Bey. "Mahkumsun." dedi kader.

 

22 yaşında 22 yıl hükümle girdiği cezaevinden bugün çıkmıştı işte. 22 yıldır annesini de kız kardeşini de görmemiş, haber almamıştı. Sigarasının sonuna yaklaşıyordu. İşte zaman. İşte dünya. İşte hayat. Bir odada duvara yasladığı kazma küreğe, bir de karşıdaki mezarlığa baktı. Sigarası parmaklarının sınırına kadar yanmıştı. Başparmağı ve işaret parmağının ucuyla tuttu, son bir duman çekti, yere bıraktı izmariti ve ayağının ucuyla ezdi.