Oturdum, içimdekileri döktüm; biraz melankolik, biraz arabesk bir mektup yazdım. Hani şu hiç postalanmayan ve postalanmayacak olan mektuplardan. Hiç de korkmadım yazarken; "Bu çok arabesk oldu!”, “Bak burada da abarttık!" falan demedim. Ne geldiyse aklıma, kalemimin ucuna da o geldi. Tabiri caizse, oturdum çatır çatır yazdım. Aşkla, şevkle, hırsla, öfkeyle yazdım. Gökyüzüne yıldızları nakış nakış işler gibi dizdim harfleri kâğıda. Bembeyaz bir kâğıda kömür karası bir elbise giydirdim. İşte onlar; zihnimin çığlığı kalemimden, derdimin ortağı kâğıdıma sızanlar ektedir:
Sana söyleyeceklerim vardı, mucizelerden bahsedecektim. Ne zaman aklıma düşsen yağmur yağardı mesela, yurdumun kurak topraklarına. Ne zaman gülsen bir yetim gülerdi uzakta bir yerlerde. Sevenler sevdiğine kavuşurdu, mesela azat olurdu kaderinden bir parya.
Sana, elini tuttuğum o akşamdan söz edecektim. Bir kere değmişti elin elime, bir kere. Demek ki ellerine dokunmak, yaşamak gibi bir şeydi ya da ölmek gibi. Çünkü bir kere yaşardı insan ve bir kere ölürdü, bir kere.
İşte ben sana böyle şeylerden, gülüşün kadar, ellerin kadar güzel şeylerden bahsedecektim. Ne var ki şimdi acılar damlıyor kalemimden.
Gördüm ki sen aşkı sanatsız şarkılarda, duygusuz sözlerde arıyorsun. Sen, Kays’ı Mecnun edeni Leyla sanıyorsun. Yazık, sen aşktan ve âşıklardan bihabersin. Aşkı pencerende bir kuş sanıyorsun. Onu besleyerek büyütmek gayretindesin. Bu şartlar altında seni daha fazla sevemeyeceğim. Büyümelisin küçüğüm, büyümelisin.
Hoşça kal.