Her şey o kadar temizdi ki gözlerimizi acıtıyordu duru beyazlar,
ışıl ışıldı çünkü beyaz ve daha varamadan akreplere yelkovanlar, yaş doluyordu gözlerimiz.
Kötü bir niyetimiz yoktu aslında,
dedim ya gözlerimizi acıtmıştı beyazlar ki biraz grinin kimseye bir zararı olmaz dedik.
Bilemedik ama
okyanus için bir damla bile olmayan beyaza akıtılan siyahın peşinden gelecek bütün siyahların daha ilk damlası olduğunu,
büyük savaşlar başlatan ve asla kim tarafından sıkıldığı bilinemeyecek o ilk kurşun gibi,
acıların sayılarla ölçülmesinin imkansız olduğu zamanlardı,
Söyle, kim üstlenebilirdi ki sahipsiz bir kurşunun yükünü?
Henüz bahardı,
21. yüzyılın bir baharı
21. yaşlarımızın ilk baharı.
Ulusal saatlere inat,
yeryüzünün ekinokslarından kaçan ışıklar aydınlatıyordu günleri ve uzadıkça günler daha bir geç batıyordu ya güneş.
Bir daha, bir daha uzuyordu sokaklarda el ele tutuşlarımız, omuz omuza yürümelerimiz.
Mevsim güzeldi ve elbet biz de güzeldik,
Hem çürümelerimiz de başlamamıştı daha.
Bizim olabileceğini hayal edemediğimiz eve giden bir tek yol.
Adını tanıdığımız hiç kimsenin bilmediği ama herkesin adı için sözleştiği yeşil köprü.
Arnavut kaldırımı ufacık yokuş.
Hiç konuşmadan ardın sıra yürümelerimiz.
Bazan aklıma ne düşüyor biliyor musun?
O ev bizim olabilirmiş.
O köprü hep yeşil kalabilir ve arnavut taşları yerini bırakmadan asfalta, tüm güzelliği ile öylece kalabilirmiş.
Çünkü zamanın kendisiyle birlikte getirdikleri ve götürdükleri bana bunları düşündürüyor.
Varlıkları ve yoklukları yani.
Kaç milyar yokluk, sadece ama sadece bir tane varoluşu doğurabilir ki?