Küçük bir umut bulutundan düşüp yere çakıldığınız o an, gerçek dünyanın resmini çizebilmek için en doğru andı. Yalanlarla inşa edilmiş bir hayatım vardı. Temelini büyük bir acımasızlıkla ruhuma atmışlardı. Gerçekler, yalanların gölgesindeyken daha iyi hissediyordum. İçime işleyen hayal kırıklığının ruhumu hapsettiği o selin tarifi yoktu. Etime, kemiğime çarpıyordu sanki ruhum, bedenime sığamıyordum. İki göğsümün ortasından sökülüp gitmeye çalışan hisleri, elimi daldırıp sökmek istedim. Her şey hem çok yavaş hem de çok hızlıydı. Hissettiklerimden kurtulamıyordum, zaman çok yavaş akıyor gibiydi. Tüm hislerim akın akın iki göğsümün ortasına birikmeye devam ediyordu, zaman yakalayamayacağım kadar hızlı akıyor gibiydi. Bu iki tarafın arasında acılarımın var olduğu vakitlere hapsolmuştum. Zaman akmaya devam etti ama ruhumda vakit durdu, o sokağın ortasında, gerçeklerin altında ezilmeye devam ettim. Oradan bir kapı açabilseydim eğer altıncı yaşımın ruhuna açardım, ondan özür diler ve belki de saçlarını okşardım. Onu görmezden geldiğim her an için bir ağıt yaksaydım eğer, dünyayı ölümün sesiyle boğardım.


İki göğsümün arasını delip geçmek isteyen bir gürültü, kızıl kızıl kaynıyor kalbimin üstü. Zihnime tek bir an engel olamıyorum, ruhumda gürleyen bir gök gürültüsü. Zihnimi susturabilseydim eğer, ruhumdaki her şey de susardı sanki. Ya da ruhum sussaydı eğer zihnim bir toz bulutu gibi dağılırdı sessizce. Gece yarısı, canımı yakan bir rüyadan uyanmıştım. Bir daha uyumaya çalışmadım. Ne uyumak istiyordum ne de uyuduğumda uyanmak. Ya her şeyi unutacak kadar uyanık ya da hiçbir şey hatırlamayacak kadar uykuda. Bunu istiyordum. İkisinin arasında olmaktan nefret ediyordum. Uyuduğumda gerçeklerin derinlerindeydim, uyandığımda o gerçeklerle ıslanıyordum. İçime derin bir nefes çektim ancak geri verirken nereyse ağlayacaktım. Dişlerimi birbirine kenetleyip gözlerimi kapattım.

Nerede olduğunu bilmiyordum, yataktan çıkıp salonda olup olmadığını kontrol etmemiştim. Eğer evdeyse onunla hemen yüz yüze gelebilecek cesaretim yoktu. Kucağında uzunca ağladıktan sonra uyuyakalmıştım ve beni yatağa yatırıp üstümü örtmüştü. Kendime biraz daha sarıldım, onun kolları kendimi daha iyi hissetmeme neden oluyordu. Bu, henüz farkına vardığım bir histi. Bana hissettirdiği hiçbir şeyi unutamazdım. Böyle bir anda tutunabileceğim tek şey onun bana verdiği anılardı. Önemli hissetmiştim, sanki benim üzülmem büyük ve anlamlı bir olaydı ve o, bunu önemsiyordu. Yanımda birinin olması değil o kişinin Yağız olması anlamlıydı. O bedende farklı bir ruh olsaydı eğer, benim ruhuma dokunamazdı, biliyordum.


Dış kapının anahtarla açıldığını duyduğumda gözlerim aralanmıştı. Kapı kapandığında ayak seslerinin, sessizliğin içinde kendini duyurması gecikmemişti. Kapının kolu aşağı doğru hareket etti ve kapı sessizce açıldı. Örtüyü çeneme kadar çekmiştim ve görüş alanıma girmesini hareketsiz bir şekilde bekliyordum. İlk önce ayaklarını gördüm, bakışlarımı biraz daha yukarıya kaldırdığımda sırtını izliyordum. Ceketini çıkarıp yere bıraktığında peşinden kazağını çıkarmıştı. Üstüne siyah, bol bir tişört giyinmişti ancak omuz kısmı yine de bedenini gergin bir şekilde sarmıştı. Eli kemerine gittiğinde gözlerimi kapatmıştım. Kokusu çoktan burnuma dolmuştu ve az öncekinden daha iyi hissetmeme neden olmuştu. Yatağın ayak ucu çöktüğünde yutkundum ve gözlerimi açtım.

‘’Uyanıksın,’’ dedi yüzüme bakmadan. Sesi ifadesizdi ve bu soğuk bir geceyi andırıyordu. Bense zaten üşüyordum.

‘’Uyanığım,’’ dediğimde sesim güçsüz çıkmıştı. Yavaşça yatakta doğruldum ve onu izlemeye başladım. Çok geçmeden gözlerimiz birleşmişti. Onu böyle görmeyi beklemediğimden kaşlarım çatılmıştı.


Önce, gözlerinin altına çöken gece dikkatimi çekti ve güçsüz parmaklarımı üzerlerinde gezdirmek istedim. Her zaman orada kendini belli eden o parıltı o kadar zayıftı ki neredeyse yok olmuştu. Kılcal damarları çatlamıştı ve sanki o beyaz örtü, dikkatli bakmasam göremeyeceğim kadar derinlerde kalmıştı. Bedeninin dinç görünmesine rağmen gözlerinden akan yorgunluğun etrafa dağılmasını izledim. Hala güzel görünüyordu, tüm bu kusurlar onda olduğu için bir anlam kazanmıştı sanki. Yine de o yorgunluğu almak istedim üzerinden. Bakışları ifadesizdi ancak arkalarında saklanan tüm hislerini hissedebiliyordum. Ne olduklarını ya da ne düşündüğünü bilmiyordum ama gözlerinin gözlerimde olması hoşuma gitti.

“Neden uyandın?” dedi ve elini yatağa yasladı.

Ona cevap olarak sadece omuzlarımı silktim.

“Neden yorgunsun?” dediğimde dudağının kenarı umursamaz bir şekilde kıvrıldı.

“Bir kız saatlerce kucağımda uyudu ve beni bırakmadı,” dediğinde olduğum yere sindim.

“Bırakmamışsındır, ondandır,” diye mırıldandım. Hiç beklemediğim bir anda dişlerini göstererek öyle bir gülümsedi ki istemeden nefesimi tuttum. Çok güzel gülüyordu, hüznün olmadığı bir fotoğrafa hapsolduğumu sandım. Benzersiz ve farklıydı, benim için.

“Bırakamadım,” dedi sakin sesiyle.

“Ne kadar da yüce gönüllüsün,” deyip gülümsemesine karşılık verdim.

“Öyleyim,” deyip kaşlarını hafifçe kaldırdı.

“Uykun yok mu?” dedim yorgun olduğunu hatırlayarak.

“Yok,” dedi ve başını iki yana salladı. Aynı zamanda içine derin bir nefes çekmişti.

“Ama yorgunsun,” dedim, zaten bildiği bir şeyi ona yeniden söyleyerek.


Yavaşça ayağa kalktı ve yanıma doğru yürüyüp elini bana doğru uzattı. Soran gözlerle yüzüne bakarken elimi elinin içine kaydırdım. Parmak uçlarımdan tüm vücuduma yayılan his, yutkunmama neden oldu. Tenim karıncalanmıştı ve dokunuşu damarlarımdaki kanı ısıtmıştı. Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı ve parmakları elimi kavradı. Yataktan çıktığımda kapıya doğru yürümeye başlamıştı. Hemen arkasında yürürken elimi tutmaya devam ediyordu. Göğsümü baskılayan kalbimin sesi kulaklarımdaydı. Dış kapının önüne geldiğimizde diğer elinde tuttuğu örtüyü henüz görmüştüm. Boştaki elime örtüyü tutuşturduğunda sadece onu izliyordum. Ayakkabılarımı aldı ve koridorun sonundaki kapıya doğru beni ilerletti. Odaların kapısından daha farklıydı, sanki ikinci bir çıkış kapısıydı. Kapıyı açtığında soğuk hava tenimi ısırmıştı. Yere bıraktığı ayakkabıları arkasına basarak giyindim. Önümüzdeki merdivenleri çıkmaya başladığımızda istemsizce gülümsedim. Ay ışığına öyle yakındık ki bu beni heyecanlandırdı. Gökyüzüne bakarken beni yürütmeye devam etti. Durduğumuzda ona dönmüştüm. Ona bakarken gözlerimin parladığına emindim.


“Önüne bak,” dediğinde merdivenleri gösteriyordu. Merdivenleri çıktık ve yerdeki alçak oturağa oturduk. Aniden elimi bıraktı ve elimdeki örtüyü alıp omuzlarıma attı. Elimdeki sıcaklığın gitmesi, içten içe üzülmeme neden olmuştu. Ters ters ona bakarken üstümdeki örtünün fazlasını, kolumu açarak üstüne doğru uzanıp ona doğru bıraktım. Kaşlarını çatarak baktıysa da umursamadan gülümsedim. Örtüyü omzuna bıraktığımda elim omzuna değmişti ve ona biraz daha yaklaşmıştım. Elini belime sarıp beni tamamen kendine çektiğinde şaşkınlıkla ona bakıyordum.

“Ne var? Hava soğuk,” dediğinde sesi aksi çıkıyordu.

“Evet, hava çok soğuk,” deyip koluna sarıldığımda üşüyormuş gibi yapmıştım.

Başımı omzuna koyup bakışlarımı etrafta gezdirdim. Tüm şehir hemen önümüze seriliydi ve göz alan ışıklar aşağıda kalıyordu. Şehri değil ay ışığını izlemek istedim. Ay ışığı geceyi esir almış gibiydi. Tüm bu karanlığa rağmen öyle parlıyordu ki güneşi bile ışığıyla devirebilirdi. Gecenin silik damarlarını, atan kalbini yeryüzüne göstermek istiyor gibiydi, yaşam her zaman vardı ve zaman hep akıyordu. Ama ben bu ay ışığının altında onunla birlikte zaman dursun istedim. Her şeyi bir yana bırakmış, burada onunla huzuru hissetmiştim.

“Burayı sence de çok geç göstermedin mi bana?” dediğimde başını hafifçe başıma doğru yatırmıştı.

“Şanslısın, ilk gecende en güzel haliyle karşılaştın,” dedi sadece. Haklıydı, önceki günleri bilmiyordum ama burayı gördüğüm ilk gece her zaman en güzeli olacaktı, biliyordum.

“Teşekkür ederim,” dedim ona doğru sokularak.

“Teşekkür etmeyi bırak,” dedi huysuzca.

“Sana ne?” dedim gülerek.

“Hoşuma gitmiyor,” dedi sakin sesiyle.

“Neden?”

“Yabancı gibi hissediyorum,” dediğinde başımı kaldırıp ona baktım. Kaşlarını çatmış, gökyüzünü izliyordu. Kısaca yüzüme baktı ancak üzerimde fazla oyalanmadı.

“Zaten öyle değil miyiz?” deyip başımı omzuna koydum.

“Hayır,” dedi aksi bir şekilde. Bu, gülümsememe neden olmuştu.

“Sen öyle diyorsan,” derken sesim huzurlu çıkıyordu.


Göğsümde hissettiğim o huzursuz ağırlığın yerini gecenin kapısını aralayan bu adamın ayak izleri sarmıştı. Cennetin soğuk pınarlarından bir damla düşmüştü sanki ruhuma. Geçmişi ya da geleceği düşünmedim, ikisinin arasındaki şimdiyi içime çekiyordum ve bunu mümkün kılan ondan başkası değildi. Kendimizi iyi hissettiren insanları yanımızda isterdik, önemli hissettirenlerin ise her zaman yanında olmak. Onun yanımda olmasını değil onun yanında olmayı istiyordum. Bana gelmesini değil ona gitmeyi istiyordum. Düşebileceğim bir sığınağın olmasını isterdim, o sığınak o olabilirmiş gibi hissettim. Yanında birçok kez düşmüştüm, kalkarken tutunmama izin verdiği o sığınağın ruhuydu. Farkına varmadan ondan destek almıştım, ruhuna dayanmıştım. Bu benim için her zaman imkânsız görünürdü, bunun gölgesindeki cenneti bana o vermişti. Tam olarak böyle hissediyordum.


‘’Gece mi gündüz mü?’’ diye sordum aniden. Kısa bir süre sessiz kaldı.

‘’İkisinden birini seçeceksem, geceyi seçerdim,’’ dedi yavaşça. Sesi öyle güzeldi ki neredeyse buna içlenecektim.

‘’Neden?’’ diye merakla sordum.

‘’Gündüzleri her şey belirgin, istemesen de. Her şeyi görmek dikkatimi dağıtıyor,’’ dedi ve kısaca nefesini dışarı bıraktı, ‘’gece dikkatini verebilmek için daha iyi bir seçim olur, sadece görmek istediğine odaklanırsın ve sadece o parlar,’’ diye devam etti. Nedense söylediklerinin altında başka bir şeyi anlattığını düşündüm ama bunu ona sormadım.

‘’İkisinden birini seçmeseydin?’’ diye sordum az önce söylediğine karşın.

‘’İkisini de isterdim,’’ dediğinde nedenini merak ettim.

‘’Neden?’’ diye durmadan sordum.

‘’Gündüzü arkana alıp geceye yürümek güzel olurdu,’’ dediğinde sözleri aklımda dönmeye başladı. Gündüzü arkasına aldığında gölgesi düşmezdi gecenin yeryüzüne. Kısa bir an varlığını silmek istediğini düşündüm, sonra kendini unutmak istediğine karar verdim. Bu düşünceyle birlikte kara bir bulut kalbime dokundu yavaşça, üşüdüğümü hissettim.

‘’Anladım,’’ dedim belli belirsiz.

‘’Sen neyi seçerdin?’’ dediğinde bunu beklemiyordum.

‘’Geceyi,’’ dedim düşünmeden, ‘’dediğin gibi sadece görmek istediklerimiz parlar, herkesin üstüne eşit dökülür, kendimizden ibaretizdir. Bunu seviyorum,’’ derken sakindim.

“Herkesin karanlığı farklıdır, sen eşit döküldüğünü sanıyorsun ama bazıları geceden daha karanlık hisseder. Gece olduğunda herkes için karanlık olduğunun farkındayızdır sadece. Her gece, karanlık farklı bir boyuttadır,” dedi sakince, derin bir nefes aldı. Garip bir şekilde konuşması huzurlu hissetmeme neden oldu.

“O zaman adaletsiz diyorsun?” dedim soru soran ses tonumla.

“Hayır, herkes kendi karanlığını kendi döker üstüne. Kendimize yaptıklarımızda adaleti aramak saçma,” dedi canlı sesiyle. Bir şey söylemedim ve ona doğru biraz daha yanaştım.


Damarlarımda tarifsiz bir huzur akıyordu, kalbimi ise bir bıçağın ağzında hapsolmuş hissediyordum. Acılarımda zaman durmuştu, huzurun başladığı o vaktin yürüyeni ondan başkası değildi. Gökyüzüne ruhum dökülseydi eğer, yıldızların arasından parlayarak süzülürdü karanlıkta. Sessiz sedasız ancak içimize işleyecek kadar güzel akardı yıldızların arasında. Hissettiğim huzurun tarifini böyle yapabilirdim. Ruhumu izlediğim o pencerenin önünde çiçekler açmıştı. Üşüdüğüm o kaldırımlar gökle yer değiştirdi, gerçekten orada göz alan bir yıldız gibi parladığımı hissettim. Sıcaklığı, bacası tüten bir ev gibi hasret doluydu benim için. Özlemimi yavaş yavaş bitirdiğini hissettim.

“İçeri geçelim,” dedi ancak hareket etmedi.

“Biraz daha,” dedim mırıldanarak.

“Üşüteceksin.” Sesi keskindi ancak umursamadım.

“Bilmiyor musun? Ben zaten üşütüğüm,” dedim gülerek. Mayışmıştım. Üşümüyordum ve biraz daha burada onunla kalmayı istiyordum. Yüzüne bakarken yutkundum, ifadesizce bana bakıyordu ve ben, nedensizce sırıtıyordum. Sonra aniden gülümsedi ve yanaklarıma hücum eden sıcaklığı hissettim. Gözümün önüne düşen saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırdı ve sakin sesi karanlığa bir ışık gibi dağıldı.

“Uykulu görünüyorsun,” dediğinde gülümsemesi yavaş yavaş kaybolmuştu.

Beni kolumdan tutup kendisiyle birlikte ayağa kaldırdığında omuzlarım düştü.

“Gerçekten üşümüyorum,” dedim öne doğru adım attığında.

“Burayı göreceğin son gecen değil,” deyip omuzlarımdaki örtüyü etrafıma sardı. Merdivenleri inerken kaşlarımı çatmıştım.

“Kesin kendin üşüdün, o yüzden eve giriyoruz,” dedim ve olabileceğim en yavaş şekilde adım atmaya devam ettim.

“Evet, bana dokunduğun yerler üşüyor, o yüzden söylenmeyi bırak,” dedi umursamaz ses tonuyla.

“Benim ellerim her zaman soğuktur,” dedim gözlerimi devirirken.

“Her zaman değil.” Sesi derinden geliyordu ve bu hoşuma girmişti. Bir şey söylemedim. İçeri girdiğimizde sıcak hava tüylerimin ürpermesine neden olmuştu. Üşüdüğümü eve girince anladım. Yatak odasına girdiğimizde üstümdeki örtüyü yatağın ucuna bırakmıştım.

“Annemi nereden tanıyorsun?” dedim aniden. Bunu sormayı planlamamıştım.

Yatağa otururken gözlerimi ondan ayırmamıştım. Çok geçmeden gözlerimiz birleşti ve ifadesiz bir şekilde gözlerime bakmaya başladı.

“Ailemle iş ilişkileri var,” dedi sakince.

“Benim varlığımdan haberin var mıydı?” deyip elimi yatağa yasladım.

“Evet,” dediğinde kaşlarım havalanmıştı.

“Nasıl?”

“Bir şeyden haberi olmayan sensin, onlar seni her zaman gözetti,” dedi ve gözleri üzerimde gezindi.


Beni gözetmeselerdi içimde daha az hayal kırıklığı yaşardım. Her şeyi bilmelerine rağmen orada bırakılmak kendimi önemsiz hissettirmişti. Öğreneceğim hiçbir şeyden memnun olmayacağımı biliyordum ama bu hepsinden daha farklı bir hüzne sahipti. Tüm bunların planlı olduğunu düşündüm, bir planım olmadan atıldığım o cehennem bana ait değildi, bunu anladım.

“Onlar?” dedim soran gözlerle.

“Bunu kendin öğreneceksin, bunu benden öğrenmemelisin,” dedi keskin bir şekilde.

“Yani benden bahsedildiği için benden haberin vardı?

“Hayır, seni gördüğüm için senden haberim var, bu yüzden yanımda senden bahsedildi, seni görmeyen kimse varlığından haberdar değil.”

“Nerede gördün beni?” dedim daha fazlasını anlatmasını belli ederek. Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı ve gözlerinde parlayan o hisle bana bakarken içimin ısındığını hissettim.

“Küçüktün, Marmaris’e tatile gelmiştik,” dedi sadece. Bu kadarıyla bitmediğini gözlerinde parlamaya devam eden o ışıktan anladım.

“Bilmediklerimi anlat, şu an en az etkilenebileceğim bir zamanın içindeyim,” dedim sakince. Ağlamayacaktım ama etkileneceğimi biliyordum. Hissiz bir şekilde her şeyi göğüslemek isterdim ama bu hiçbir koşulda mümkün değildi. Es geçemeyeceğimiz kadar derin yaralarımız olurdu, o yaraların gerçekleri bizi acıya götürürdü. Bir acının içindeyken onun bir yalandan ibaret olduğunu öğrenmek acımızı azaltmazdı. Ölümsüz kılardı. Ben bu acıyı asla unutmayacaktım, hissettiğim o derin yaranın gölgesinde daha derin bir yaranın varlığını hissetmiştim. Yer ve gök birbirinden daha da uzaklaşmıştı sanki, ruhum ve zihnim gibi. Sanki ölsem, o acıyı hala hissedecektim.

“Eğer nedenini merak ediyorsan sana geçerli gördüğüm bir neden sunamam ama onlar buna mecbur olduklarına dair birçok neden sıralayabilir, bunu da onlardan dinlemelisin,” dedi kısa bir süre duraksadı, “bildiğin her şeyi unut çünkü her şey bir yalandan ibaret, kimseyi tanımıyorsun ve yalnız başınaydın.” Sanki basit bir şeyden bahsediyormuş gibi konuşuyordu.

“İhmal,” dedi gözlerimin içine bakarak, “sen ihmal edildin, diğer herkes olması gerektiği gibi yaşadı.” Sözleri iki göğsümün arasına birikti ve oraya ağırlık yapmaya başladı.


“Babamı tanıyor musun?” dedim yutkunarak. Sadece gözlerine bakarak bir süre öylece durdu.

“Evet,” derken düşünceli görünüyordu.

“Ne kadar tanıyorsun?”

“Seni bırakmadı, hiçbir zaman bırakmak istemedi, şimdiye kadar. Kötü bir adam ki birini bununla nitelendirmek benim gibi biri için derin anlamlar taşır. Aynı zamanda zavallı bir adam,” dedi kaşlarını çatarak. Sanki onu çok iyi tanıyor gibiydi. Babam kötü biriydi, bana yaptıklarını düşündüğümde bir başkasına daha kötüsünü yapabileceğini biliyordum. O acımasızdı ve pişmanlığa yeri yoktu.

“Daha önce onu bırakmaya çalışmadım,” dedim sakince.

“Seni almak istediler ondan, izin vermedi. Senin gelmene izin verdi çünkü geri döneceğini düşünüyor,” dediğinde karnıma yumruk yemişim gibi hissettim. Ellerimin soğuk soğuk terlediğini hissedebiliyordum.

Her zaman, ondan ne kadar nefret etsem de kendisine artık bağlı olduğumu düşünürdü. Ne yaparsa yapsın hep onun yanında kalacağımdan emindi. Onun yanında kalmayı kabullenecek bir güçte bağımız yoktu ancak yakın zamana kadar inatla onunla kalmayı seçmiştim. Beni her alt edişinde, bana her değersiz hissettirişinde buna katlanmayı seçmiştim. Nedenini bilmediğim bir şekilde yanında kalmakta ısrarcıydım. Her şeyin düzeleceğine dair düşüncelere sahip değildim. Bunları düşünemeyecek kadar erken başlamıştı her şey. Ben, altı yaşında annesi ölmüş, babası tarafından hor görülen bir kız çocuğuydum. Annem öldükten sonra bu hiçbir zaman değişmedi. Aslında ben, terk edilen bir kız çocuğuymuşum. Acılarımın hepsi terk edilmemin üzerine kurulmuş.

“Dönmeyeceğim,” dedim mırıldanarak. Onunla değil kendimle konuşuyordum.

“Güzel,” dedi sadece. Sesi düşünceli çıkmıştı.

“Neden izin vermedi?’’ dediğimde bunun nedenini bilmediğini düşünerek sormuştum.

‘’Sahip olduğu tek şey sensin,’’ dedi beni şaşırtarak. O bana sahip değildi, bana sahip olmayı hiçbir zaman istememişti. Ben her zaman ona kalan bir fazlalık gibi hissetmiştim.

‘’Bana sahip olmak hoşuna gideceği bir şey değil,’’ dedim alaycı bir gülümsemeyle. Bu canımı acıtmıyordu. Söylediklerimin ardından gözlerime hiçbir şey bilmediğimi söyleyen bir ifadeyle baktı.

‘’Önemsediği ikinci kişisin, hayatında iki kişiyi önemsedi,’’ dedi sakince. Söyledikleri, içimde öfkeyi hissetmeme neden oldu. Bana değer vermiyordu. Benden nefret ediyordu.

‘’Hayır, bundan varlığım kadar eminim. Beni önemsemiyor,’’ dedim sert sesimle. Zihnimde dönmeye başlayan merak, kaşlarımı çatmama neden oldu. Önemsediği ilk kişiyi merak ettim. Annem olduğunu düşünmek istedim. Omuzlarını silkti, gözlerime bakmaya devam etti.

‘’İlkiyle yakında karşılaşırsın,’’ dedi ve bunun üstüne soru sormamaya, kelimeler kulaklarıma dolduğu an karar verdim. Bazı cevapları görmemiz gerekirdi, benim ondan duymak istememe izin vermeden bana bunu söylemişti. Söylemeyecekti, onunla ben karılaşacaktım.

‘’Onu nasıl bu kadar tanıyorsun,’’ dedim kaşlarımı çatarak.

‘’İş yaptık,’’ dedi önemsiz bir şeymiş gibi. Bunun sıradan bir iş olmadığını anlayabiliyordum.


Soracak ya da söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Zihnimde dönüp duran onca şeyin arasından hiçbirini çekip çıkarmak istemiyorum. Kendimi dinlememeyi seçebilseydim, şüphesiz delici bir sağırlığa kucak açardım.

‘’Uyumalısın,’’ dedi ve ellerime diktiğim gözlerimi, gözleriyle tekrar buluşturdum.

‘’Uyuyamıyorum,’’ dedim umursamaz bir şekilde.

Bana aldırmadan yatağa doğru ilerledi ve örtüyü, altına girmem için kaldırdı. İtiraz etmeden örtünün altına girdim. Kafam, içinde dönüp duran düşüncelerle birlikte ağırlaşmıştı. Karanlık odada yüzünü izlemeye başladığım sırada yatağın yanına çöktü ve yere oturdu. Yatağa yaslanıp bacaklarını uzattığında dudaklarının arasından yorgun bir nefes bırakmıştı. Aramızda mesafe vardı ancak varlığı güçsüz bir hareketle dahi silinebilirdi. Başını yatağa doğru yatırıp tavanı izlemeye başladığında ben de yüzünde anlam kazanan o güçsüz ışık huzmesinin hareketlerini izliyordum.


‘’Sen de uyumalısın,’’ dedim yorgun olduğunu düşünerek. Sadece omuzlarını silkti ve gözlerini tavandan ayırmadı. Parmaklarıma dökülen saçları içimi gıdıklamıştı. Parmaklarımı yavaş hareket ettirip tenimde bıraktığı hisle birlikte gülümsemeye başlamıştım. Bir tüy kadar hafif ve yumuşak saçları vardı. Bu bana küçükken okşayarak uykuya daldığım oyuncağımı hatırlatmıştı. Hatırladığım tek oyuncağımdı. Uzun ve yumuşak tüylerini çok severdim.


Başını elime doğru biraz daha yaklaştırdığında, düşünmeyen parmaklarımı saçlarının arasına daldırdım. Damarlarımda sürüklenmeye başlayan ateşi hissettim ve bana doğru dönmesini izledim. Gözlerimiz buluştuğunda hareket etmeden gözlerine baktım ve anında kaçırmamak için kendimi zorladım. Kirpiklerinin arasından bana bakan gözlerindeki parıltı belirgindi.

‘’Devam et,’’ dedi beni şaşırtarak ve bakışlarını tekrar tavana çevirdi. Bir süre hareketsiz kalmaya devam ettikten sonra parmaklarımı saçlarının arasında özgür bıraktım. Yavaşça saçlarıyla oynuyordum ve içimdeki his katlanarak büyüyordu. Ona dokunabilmek hoşuma gitmişti. Saçlarıyla parmaklarım yorulana dek oynadım ve sonunda elimi omzu ve boynun birleştiği o yere bıraktım. Teni sıcaktı ve bunu hissetmek tenimin karıncalanmasına yetti. Parmak uçlarım yavaşça teninde hareket etti ve kısa çizgiler çizmeye başladı. Büyülü bir zamanın içine hapsolmuş gibiydik, birbirimizi tanımıyorduk ancak gerekenleri biliyormuş gibi yakındık. Parmaklarım teninde hiç yorulmadan dolandı ancak sonunda gözlerime saldıran uykunun esiri oldum.


***


Aynanın önünde dikilirken arkamda dikiliyordu. Ayna gözlerimizin birleştiği yer oldu ve içimden bir şeyin süzüldüğünü hissettim. İfadelerini kuyularında gizlemiş koyu bakışları beni içine çekiyordu. Yavaşça yutkundum ve konuşmak için dudaklarımı araladım.

''Ayağına kadar gitmek zorunda mıyım?'' dediğimde içimde büyümeye devam eden kötü bir his vardı ve göğsümü sıkıştırıyordu.

''Burada yapmak istemezsin diye düşündüm, bu benim fikrimdi, onlar gelmeyi istemişlerdi,'' dedi ve bana doğru yavaşça ilerleyip hemen arkamda dikilmeye başladı. Nefesini saçlarımın arasında hissedebiliyordum. Haklıydı, burası onunla yüzleşmem için uygun bir yer değildi. Evini, hissedeceğim o şeylerin gölgesinde bırakmak istemiyordum. Burayı anılarımla kirletmemeliydim.

''Sen de orada olacak mısın?'' dediğimde sesim çekingen çıkmıştı.

''Hemen kapının önünde olacağım, istediğin zaman çıkabilirsin,'' dediğinde tuttuğumu fark etmediğim nefesimi sertçe dışarı bırakmıştım. Onunla konuşmak istediğime emin değildim ve içimde sürüklenen hisler olanlara karşı olan merakımı törpülüyordu. Her şeyi geride bırakıp kaldığım yerden devam edebilmek uğruna onunla yüzleşmem gerektiğini düşünüyordum. Geçmişi her şeyiyle öğrenip oradan çıkmalıydım. Bu yüzden ölüyormuşum gibi hissettiren tüm hislerimin üzerinde yürüdüm ve kararımı değiştirmedim. 


Evden çıkmıştık ve hemen arkamdaki adım sesleri sessizliğin içine yayılan tek ritimdi. İçimde, yaşanacaklara dair bir cesaret kırıntısı dahi yoktu, yürüyordum ancak yürümem gerektiği içindi. Nefesim titriyordu ve içimdeki huzursuzluk büyüdükçe ağırlığı da çekilmez bir hale geliyordu. Dışarı çıktığımızda kısık gözlerle gökyüzüne baktım. Hava güneşliydi ancak tenimde sıcaklığını hissetmiyordum. Çölün ortasına düşsem üşüyecekmiş gibi hissediyordum. Sıcak nefesimi dışarı bıraktığımda iki göğsümün ortasından bir yangın yükselmiş gibiydi. Ellerimin soğuk soğuk terlediğini hissedebiliyordum. Arabaya bindiğimizde gözlerini üzerimde hissetmiştim.

''Yapmak zorunda değilsin,'' dediğinde yüzüne bakmayı reddetmiştim, kucağımdaki ellerimi izlerken yutkundum. 

''Hangi yoldan gideceğimi bilmek istiyorum,'' derken sesim güçsüz çıkıyordu. 

Sanki orada beni sadece annem beklemiyor gibi hissediyordum. Sanki bilmediğim daha bir sürü şey vardı ve ben şimdiden onların altında eziliyor gibiydim.

Bir şey söylemedi ve araba hareket etmeye başladı. Gözlerimi kapatıp başımı cama yasladığımda iyi olmadığımın farkındaydım. İçimdeki hislerin can yakıcı bir sakinliği vardı. Sanki her şeyi biliyordum ve sadece tekrar izleyecek gibiydim. Kötü hissedecek olmaya kendimi alıştırmıştım ancak huzursuzluğu alt edemiyordum. Ne kadar yol gittik bilmiyorum ancak gözlerimi açtığımda tenimi ısıtmayan güneş gökyüzüne veda ediyordu. Yerimde kıpırdanıp gözlerimi ona çevirdim. Sakin ve ifadesiz görünüyordu. Bu ifadesizliğin hislerime de bulaşmasını dilemiştim. Göz ucuyla bana baktığında gözlerine bir ifade yayılmıştı. Gözlerime her şey yolundaymış gibi baktı ve inanmayı seçtim, oysa ben çekildiğim cehennemi hissedebiliyordum. 


Araba durdu ve gözlerimi camdan dışarı dikmeme neden oldu. Şehrin kargaşasından uzak bir yerdeydik ve karşımda büyük bir ev vardı. Kapılar açıldığında araba tekrar hareket etmişti. Evin etrafındaki ağaçlar öyle uzundu ki gökyüzüyle yeryüzündeki bağ gibi görünüyorlardı. Araba tekrar durduğunda düşünmeden aşağı inmiştim. Etrafı incelerken dudaklarıma histerik bir gülümseme yayılmıştı. Büyük bir hayal kırıklığıyla eve bakıyordum. Beyaz bir evdi, üç katlıydı ve gözümün değdiği her yer fazlasıyla düzenli görünüyordu.  

Bir ev, bir insanın içini ısıtabilirdi. Annemin nefesinin karıştığı bu ev içimi ısıtmamıştı. Bunu hiç hayal etmemiştim, hayallerimde annem beni evde bekliyor olurdu ve bu düşünce bile içimde bir yerleri ateşe vermeye yeterdi. Karşısında dikildiğim bu evde annem beni bekliyordu ancak tüm hücrelerimde hissettiğim şey hayal kırıklığıydı. Bu evin içine girme düşüncesi bile ruhumun üşümesine neden olmuştu. Eve doğru ilerlemeye başladığımda derin bir nefes almıştım. Kapının önüne geldiğimde elim tokmağa uzandı ancak yutkunarak bir süre bekledim. Sonunda parmaklarım tokmağı kavradığında birbirine çarpan demir sesi havaya dağıldı ve sessizlik kısa bir an için dağıldı. Arkamdaki varlığını hissedebiliyordum ve kapının açılmasını beklerken tek dayanağım oydu. 

Kapı açıldı ve yeşil gözleri görüş alanıma girdi. Gözleri kızarmıştı ancak yüzünü incelediğimde neşeyle karışık bir korkunun içinde olduğunu fark etmiştim. Anlamsızca yüzüne bakarken kapının önünden çekildi ve geçmem için başıyla içeriyi gösterdi. Gülümsüyordu ancak bu içimde bir ateşin var olduğunu fark etmemi sağlıyordu. Dişlerimi birbirine kenetleyip içeri girdim ve kapı arkamdan kapandı. Derin bir sessizliğin içine adım atmıştım ve varlığı kapının arkasında olmasına rağmen sıcaklığını hissettim. Yutkundum ve yavaş adımlar atarken gözlerimi yere dikmiştim. Ciğerlerime dolan temiz koku beni rahatlatmamıştı. Yerler parlak ve beyazdı. Önüme geçti ve sadece onu takip ettim. Salona geldiğimizde yüzüne bakmamaya özen gösteriyordum. Ayakta dikilirken başımı kaldırıp ona baktım. Yavaşça gülümsedi ve bana doğru bir adım attı ancak gözlerimde beliren ifade ile duraksadı. Gülümsemesi yavaşça silindi ve dudakları aralandı.


''Hoş geldin,'' derken sesi çekimserdi. Sesi kulaklarıma ulaştığında tüylerim ürperdi ve hissettiklerimin arasına bir yenisi katıldı. Özlem. Sesini unutmuştum ve şimdi sesini duyuyor olmak beni şaşırtmıştı. Tekrar yutkundum. Bir şey söylemeden sadece yüzüne bakmaya devam ettim. 

''Oturabilirsin,'' derken eliyle kanepeyi gösteriyordu. Onu başımla reddederken yerimden kıpırdamıyordum. Rahatsızca yerinde kıpırdanırken her zerresini incelemek isteyen bir tarafım vardı ve ona yenilmiştim. Güzel görünüyordu, hatırladığımdan daha zayıftı ve uzun saçları hala aynıydı. Kokusunu alabiliyordum ve bu burnumun sızlamasına neden olmuştu. Gülümsemesi yorgun düşmüştü ancak hala hatırladığım kadar güzel gülümsüyordu. Gülümsemesi içimi ısıtırdı, gözleri, teni, her zerresi şefkati bana verirdi. Yakın bir zamanda o şefkatin öldüğünü öğrenmiştim. Annemin öldüğünü öğrendiğimde değil yaşadığını öğrendiğimde ölmüştü. Annemin şefkatinin cesedi ruhumun kıyılarına düşmüştü. 


''Nereden başlayacağımı bilmiyorum,'' derken gözleri parlamaya başlamıştı. İnce sesi titriyordu. Bir şey söylemeden düz bir şekilde ona bakmaya devam ettim. Boğazını temizledi ve gözlerime daha derinden baktı. Uzun bir konuşma yapmak için hazırlanıyor gibiydi.

''Ne söylersem söyleyeyim olan hiçbir şeyi geri alamayacağımı biliyorum, hissettiklerini de geri alamam. Ama seni korumak istedik, başka bir çaremiz yoktu. Sonrasında seni geri almayı çok istedik ama yine engeller ortaya çıktı. Seni bırakmadık. Ne olursa olsun her şey güvenliğin içindi,'' dedi ve duraksayıp ensesini ovaladı. Söyledikleri histerik bir şekilde gülmeme neden olurken sadece onu izliyordum. Zorlanıyor gibiydi ancak bunu önemsemedim. Devam etmesini beklerken sabırsızdım.

''Seni bırakmamalıydık, biliyorum. Sadece durumlar bunu gerektirdi.'' dedi ve tekrar gözlerime baktı. 

''Bırakmamalıydık?'' derken kaşlarım çatılmıştı. Beni bırakan tek kişi annemdi.

''Bunu en son açıklamalıyım, biz o zamanlar tehlikedeydik, yaptığımız işlerin yolu farklı yollara çıktı ve seni zarar görmemen için onunla bıraktık. Her şey bir anda oldu ama inan bana senden haber almadığım, seni özlemediğim tek bir saniye bile yok ve şimdi burada karşımda duruyor olman bile benim için inanamayacağım kadar güzel bir gerçek. Sen benim sahip olduğum en güzel şeydin, sensiz kaldığımda cehennemle karşılaşmıştım. Her günüm bugüne dek cehennem gibi geçti.'' Sesi sonlara doğru çatlamış ve gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. İçimde tarif edemediğim o soğukluk yerli yerindeydi. Sanki kötü bir masal dinliyor gibiydim. Cevaplar sığdı ve tatmin olmuyordum.

''Yani benden ve yaşadıklarımdan her zaman haberin oldu?'' dedim sahte bir şaşkınlıkla. Dudaklarımı bükerek başımı aşağı yukarı sallarken gözlerimi ondan ayırmıyordum.

''Evet,'' dediğinde yutkundum. Duraksayarak bir süre yüzünü izledim.

''Evet? Sana beni neden bıraktığını sormak çok anlamsız. Çünkü her şey zaten oldu ve bitti. Ama sen bana benden her zaman haberdar olduğunu söylüyorsun. Sen beni zaten bırakıp gitmişken bir de üstüne tüm yaşadıklarımı bilerek hiçbir şey yapmadığını söylüyorsun. Sen bana gözlerini yumduğunu itiraf ediyorsun. Ölmediğini defalarca kez hayal ettim, hayallerim bir ölümden sonra değil gerçekleşmemiş bir ölümün hemen öncesinden başladı her zaman. Hayalimde bir annem vardı, artık sen onu da ellerimden aldın. Sen benim için cennettin, öldüğünü öğrendiğimde sadece hatırladıklarımla cennete sığındığımı sandım. O cehennemin içinde sığındığım cennet sendin. Meğer beni o cehenneme atan senmişsin. O bile senden daha iyi bir insan.'' Sesim öle soğuk ve keskindi ki bana ait değilmiş gibi hissetim. Söylediklerimi dinlerken ağlaması artmıştı. Bana doğru uzanmaya çalışsa da geriye doğru attığım adım onu durdurmuştu.

''Etrafına bir bak, burada acı göremiyorum. Çünkü hepsini bana verdin,'' diye devam ettiğimde başını olumsuz şekilde sallıyordu.

''Hiçbir şey göründüğü gibi değil, henüz hiçbir şey bilmiyorsun. Öğrendiğinde daha iyi olacaksın,''

''Sana daha iyi olacağımı düşündüren ne?'' 

''Ben iyi olmanı istedim, yaşamanı istedim sadece,'' derken ağlamayı bırakmak istiyordu ancak kontrol edemiyor gibiydi. 

''Nefesimin kesildiği zamanlar oldu, ölmek istediğim zamanlar oldu,'' diye itiraf ettim. 

‘’Seni anlıyorum,’’ derken içleniyordu.

‘’Beni anlamıyorsun, anlayamazsın,’’ derken merdivenlerden gelen sesleri duysam da gözlerimi ondan ayırmadım. O, dönüp arkasına bakmaya başladıysa da gözlerimi sadece üzerine dikmiştim. İçimde büyüyen sabırsızlık tenimi yakıyordu. Elimi saçlarıma daldırıp saçlarımı arkaya arttığımda gözüm merdivenlere doğru kaydı. Gördüğüm görüntüyle birlikte donup kalırken tüm bedenimi saran ateşi hissettim. Ellerim soğuk soğuk terlemeye başladığında ruhum titremeye başlamıştı. Aralanan dudaklarımın arasından son nefeslerimi verdiğimi düşündüm. Kalbim göğüs kafesimde sıkıştı ve hızlanan ritmini kulaklarımda hissettim. Gözlerimiz birbirine kenetlendiğinde bacaklarım da titremeye başlamıştı. Neyin içinde olduğumu algılayamıyordum. Sanki bir adım atsam her şey sarsılmaya başlayacak, yıkılacaktı ve ben altında kalacaktım.

‘’Aden,’’ diye adımı söylediğinde kaçmak istedim. Düşünmeye çalışırken zihnimdeki karmaşanın içinde kaybolmuştum. Bakışları farklıydı, adımı söyleme şekli farklıydı. Gözlerinde temkini ve şefkati gördüm, bugüne dek hiç görmemiştim. Sesinde özlemi buldum, bugüne dek hiç bulamamıştım. Babamdı, sanki zamanın içinde kaybettiği kendisini bulmuş ve karşıma dikilmişti. Annem gitmeden hemen önceki kendisiydi. Ama beni çoktan bir harabeye çevirmişti ve ben kendimi de kaybetmenin ötesinde inancımı ve hayallerimi de kurban etmiştim.


Boğazım öyle kurudu ki nefesim boğazıma battı. Ne yapacağımı bilemez bir halde ona bakıyordum.

‘’Benim,’’ dedi temkinli adımlarını bana doğru atarken, ‘’baban,’’ diye devam etti.

‘’Görebiliyorum,’’ diye fısıldadım. Ensemden aşağı dökülmeye devam eden sıcaklık şiddetleniyordu.

‘’Araz,’’ dedi sakince ve kaşlarım çatıldı.

‘’Ne?’’ dedim anlamayarak.

‘’Yakın zamana dek yaşadığın kişi Araz değil, baban değildi,’’ dediğinde tam karşımda dikiliyordu. Anlamayan gözlerle temkinli bir şekilde ona bakarken tetikteydim. Herhangi bir hareketinde kaçmak için kendimi hazırlamıştım. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya devam ediyordu. ‘’O benim ikizim, gerçek baban benim,’’ diye devam ettiğinde başımı iki yana sallıyordum. Yüzünü daha dikkatli izlediğimde kaşının yanındaki yara izinin olmadığını fark ettim. Sonrasında gözlerinin içindeki o lekeleri aradım, yoklardı. Birbirlerinin kopyasıydılar ancak izleri kendilerine aitti. İnanamayarak gözlerine bakmaya devam ettiğimde titriyordum. Her şeyin bir şaka olmasını dilediğim bu saniyelerde, yaşadığım cehennemin daha masum olduğunu gördüm. İkisinin de beni bırakmış olması gerçeğini kaldırmak istemiyordum. Geriye doğru bir adım atarken yutkundum.

‘’Oyun oynuyorsunuz,’’ derken kendimi buna inandırmak istiyordum. Bunun bir oyun olması için her şeyimi verirdim. Var olmamak için son nefesimi vermeye dahi hazırdım. Görüşüm bulanıklaşırken arkamı onlara dönüp yürümeye çalıştığım sırada güçlü parmakların bileğimi sardığını hissettim. Panikle bileğimi geri çekerken onu ittirmiştim. Bu tanımadığım bir sıcaklıktı.

‘’Bırak!’’ diye bağırdığımda sesim korkunun gölgesinde titremişti. Delirmiş gibi onlara bakıyordum. Vücuduma yayılan bir karıncalanma vardı ve sanki bedenimden ayrılmış olanları izliyordum.

‘’Sakin ol lütfen, şu an çok şaşırdın biliyoruz ancak bilmen gereken şeyler var,’’ derken ellerini havada tutuyordu. Temkinli davranmaya çalışıyordu ancak umurumda değildi. Hiç olmadığı kadar güvensiz ve hayal kırıklığına bulanmış hissediyordum. Kafamı iki yana salladım ve içimdeki ateşim gözlerime ulaşmasına izin verdim.

‘’Şaşırmak mı?’’ dedim küçümseyerek, ‘’Bu şaşırmanın çok daha ötesinde, bu acımasızlık,’’ diye devam ettim. Hüzün içimde dayanılmaz bir noktaya ulaşmıştı.

Gerçeklerden bu kadar habersiz olmak ve bu gerçekler yüzünden tüm bu yükün altında kalmış olmak aklımı oynatmama yetecek kadar ağır geliyordu. Bir gerçeğin bu kadar acı verebileceğinden habersizdim, yalanların içinde beni kıvrandıran bu acı gerçekle yüzleşmenin beni dağıttığını hissediyordum. Şimdi gerçeklerin içinde boğulurken, tüm bu gerçekliğin yalan olmasını diledim. Yalanların ya da gerçeklerin içinde değişmeyen tek şey hissettiğim acının varlığıydı. Ruhumu bedenimden söküp soğuk bir kaldırım taşında bırakmak istedim. Hissettiğim ne varsa ruhumla birlikte buz kesilsin istiyordum. Söndüremeyeceğim bir yangının içindeydim.

Gözlerimden akmaya devam eden yaşlarla birlikte geriye doğru adım attım.

‘’Sadece anlatacaklarımızı dinle,’’ dedi yeniden. Sesi anneminki gibi kırılgan çıkmıyordu. Bir an onu arkamda bıraktığım babam olarak gördüm.

‘’İstemiyorum, size dair hiçbir şey istemiyorum. Yaşadıklarımı geçerli kılacak hiçbir şey olamaz,’’ dedim ve arkamı dönüp dış kapıya doğru ilerlemeye başladım.


Hiçbir şey duymak istemiyordum. Kulaklarımda çınlayan seslerini söküp atabilseydim, yapardım. Ne söylerlerse söylesinler bir şey değişmeyecekti, biliyordum. Annemin yüzüne ya da onun gözlerine son kez dahi bakmadan ilerliyordum. Dünya yansa umurumda olmazdı belki. Ama şimdi kendi dünyam ateşe verilmiş gibi hissediyordum. Bana ait olan her şey bir bir ateşe verilmiş gibiydi. Kapıya ulaştığımda gecikmeden kendimi dışarı atmıştım. Serin hava yüzüme çarptığında derin bir nefes aldım. Görüşüm titriyordu. Dizlerim titriyordu. İçim titriyordu. Sanki elimde kalan son güzel şeyi de çekip almışlardı benden ve her şey bitmişti. Ne yaptığımı düşünmeden yürümeye başlamıştım. Ağlamamak için dişlerimi sıkıyordum ancak yaşlar akmaya devam ediyorlardı. Adımlarım daha çok koşar gibiydi. Çok geçmeden koluma kenetlenen parmakların sıcaklığını hissettim.

‘’Nereye gidiyorsun?’’ dedi ve beni kendine çevirdi. Gözlerimi silip konuşmaya çalıştım.

‘’Bilmiyorum,’’ dedim içlenerek.

Gözlerinin içine bir süre boş gözlerle baktım ve orada bir şeyler aradım. Neden yanımda olduğunu bilmiyordum. Hissettiklerimin arasına bir yenisi eklendi. Üstüme biriken bu hislerin arasında ona ait olan sadece şüpheydi. Gözyaşlarımı durduramayınca arasından sordum.

''Neden yanımdasın? Bana neden yardım ediyorsun?'' Sesim titriyordu. 

''Sadece ediyorum, lütfen ağlama,'' derken gözlerimin için bakıyordu. Bakışlarımın ardında ne görüyordu bilmiyordum ama hislerimi saklamıyordum. Beni tüm hissettiklerimin arasında görüyordu.

''Lütfen bana bir neden söyle,'' derken içimdeki acı katlanarak büyüyordu. Bir süre sessiz kaldı ancak ihtiyacım olan birkaç cümleyi bana söylemekte korkak davranmadı.

''Seni anlıyorum, sende tanıdığım bir parça var çünkü o parça bir zamanlar benim içimde de yaşıyordu, çaresizsin. Tüm hisler arasında en kötüsü çaresizlik. Bu çaresizliğin içinde kaybolmanı istemiyorum, kaybolduğunda bulunmak istemeyeceksin ve hiçbir şeyin önemi kalmayacak. Ben ufalanıp gitmeni istemiyorum, eğer bu olursa tüm bunları senden önce yaşamamın bir anlamı olmayacak,'' dedi ve gözyaşlarımı yavaşça sildi.

''Ama ben zaten kaybolmuş hissediyorum, sanki gücüm kalmamış gibi, içinde yaşadığım bu beden dahi yabancı geliyor artık. En az senin kadar yabancıyım kendime, tüm bu yaşadıklarımın bir anlamı yok, geçerli bir sebebi yok. Sanki başkasının cehennemindeyim, bu cehennemi kendim için hazırlamış olamam, hiçbiri benim seçimimle var olmadı, benim için cehennemi hazırlamışlar, bir aile bunu nasıl yapabilir? Onların çocuğu olmamı bir kenara bıraktığımda bile katlanamıyorum, bir insan olarak bile bir değerim yok muydu? Ben o evin içinde çoktan kayboldum, yıllar önce.'' Konuşurken iki göğsümün ortasında büyük bir ağırlık vardı, hiç geçmeyecek bir ateşin içindeymiş gibi hissediyordum. Bana doğru bir adım daha attı ve kollarını omuzlarımın üstünden etrafıma sardı. Başım göğüs kafesine yaslanmıştı. Büyük bir sakinlikle inip kalkan göğsü o kadar durgundu ki bana sessiz bir acıyı anımsattı. 

''İşte,'' dedi sakin sesiyle, ''buradasın ve yanındayım, kaybolmadın ve kaybolmayacaksın, içindeki o cenneti bulacaksın, inan bana atlatacaksın. Sadece dayan,'' 


Güven, içime kadar ulaştı, kontrol etmediğim bir hisle kollarımı gövdesine sardım. Korkuyordum ama yine de bana sarılmasını, görünmeyen o bağı hissetmeyi sevdim. Bir acıyı paylaşmanın hafifliği sarmıştı ruhumu. Daha önce tatmadığım bir histi. Bulabilirsem kendimi kendim sarardım hep ruhumu. Kendim ayağa kaldırır kendim savaş açardım her yenilgime. Yalnız olmadığımı hissetmek güzeldi, yalnızlığı seviyordum, yanımda olabilecek tek bir kişi olmadığı için. Kimsenin hissettiklerimi anlayabileceğine inanmadığım için. Anlatmak istediklerimi kimse görmemişti, anlatmak istediklerimi kimse böyle dinlememiş, dinlemek istememişti.

''Teşekkür ederim,'' dedim boğuk sesimle, ''beni anlamak istediğin için,'' diye devam ettim.

Elleri saçlarımı okşadı ve çenesi başıma yaslandı.

''Şş, teşekkür etme,'' dedi ve gözlerimi kapatıp kokusunu içime çektim. Kokusu tanıdığım bir koku değildi ama yine de güven veriyordu. 

Sessizce saçlarımı okşamaya devam etti. Bir süre öylece durduk. Ağlamam fark etmeden duruldu ama içimdeki ateş yanmaya devam ediyordu.

Çok geçmemişti, içimdeki o kız çocuğunu öldürmemin üstünden. Şimdi o uçurumun eteklerindeki kız çocuğunun saçlarındaki o sıcaklığı, şefkati hissetmiştim. Koca bir yalan uğruna çok fazla şey kaybettiğimi hissediyordum.

Hava kararmaya başlamıştı, beni arabaya kadar yürüttü ve koltuğa yerleşti. Gözlerimi dizlerimden ayırmıyordum. O eve dönüp bakarsam hiç var olmamış olmayı dileyecektim. Onlar için var olmamıştım, tek başıma kaldığım yerden devam edebilirdim. Araba hareket etmiş ve evden uzaklaşmaya başlamıştık. Gerçeklerden uzaklaşmak mı iyi geliyordu yoksa yalanlardan mı, emin değildim. Her ikisinden de uzaklaştığımın bilincindeydim. Bazen ne gerçekler iyi gelirdi ne de yalanlar. İkisinin de iyi gelmediği bir andaydım. Bu, benim için bile büyük bir yıkımdı.


Nereye gidiyorduk, bilmiyordum. Gece iki yanımızdan akan bir gerçekti ve ben yalanların içinde kaybolmamışçasına gerçekleri izliyordum. Gerçeklerin üstünü örttüğümüzde sır olurlardı. Bu örtünün üzerine gerçeği yansıtmayan bir bütün koyduğumuzda ise yalan… Gerçekler ve yalanlar her zaman birbirine yakındı. Belki de bu yüzden ikisini ayırt etmek hep zor olurdu. Örtü aradan çekildiğinde gerçekler her zaman galip gelirdi. Çünkü gerçek hiçbir zaman değişmezdi. Yalanlar ise sürekli bir şekilde değişmeye mahkumdu. Acımızı örtüp gülerdik, bu bir yalandı. İfadesiz bakışları hislerimizin üstüne örterdik, bu bir yalandı. Her şeye rağmen mutluymuş gibi davranırdık ve bu da bir yalandı… Tüm bu maskelerin ardında tek bir gerçek yatardı. Acı. Kimsenin var olmadığı bir yerde de olsa tüm maskeleri çatlatır ve ortaya çıkardı. Gerçeğin es geçilemeyecek bir gücü ve adaleti olduğuna inanırdım. Gerçekle yüzleştiğimde adaleti bulamadım. Belki de adaleti ben sağlamalıydım. Belki de gerçekler adaleti değil, bunu sağlama hissini getiriyordu sadece. Kendim ve kaybettiklerim için adaleti yerine nasıl getirecektim, bilmiyordum. Kalbimin bir köşesi sızladı. İçimdeki o kız çocuğunu uçurumdan atmama neden olan herkesi ateşe vermek istedim. Buna değerdi, biliyordum. Kirlenmemiş bir yüreği vardı ve hüzünlü bakışlara sahipti. Herkes o temiz yüreğini parçalara ayırmıştı, ona kalbi kırık bir şekilde veda etmiştim. Çünkü o kalbin kırıklığına katlanamıyordum. Benim için bir cehennem yaratmışlardı. O cehennemde onları da yakacaktım.