Burası ıssız, sessiz. İnsanlar nerede? Ben neredeyim? Ardımda gökyüzünün rengi değişiyor. Yalnızlığıma mı kararıyor yoksa umuduma mı ışıldıyor bu gökyüzü, bilemiyorum. Sanki bana kendine bak, gücüne gücen, ayağa kalk diye haykırıyor gibi. Kalkabilir miyim? Vücudumdaki gücü hissediyorum ancak ayağa kalkamıyorum, bitkinim. Bakımsızım; ellerim, ayaklarım, saçlarım...

Vücudumun tam orta yerinde bir boşluk var. Biçimsiz şekilsiz, ne olduğu belirsiz bir boşluk. İnsanları, duyguları, dünyayı doldurmam gereken bu boşluk yalnızlığımı kavradıkça büyümeye, kara delik gibi her şeyi yutmaya başlıyor. Kendimi bu boşluğun biçimsiz hatlarında arıyorum, bulamıyorum. Sahi ben neredeyim? Ben kimim?Ayaklarımın altında kullanılmış ıvır zıvır bir sürü şey var. Burada yaşam varmış, geride yaşanmışlıklar kalmış. Tüm bunları buraya bırakan bu insanlar neredeler? Haykırsam sesimi duyacak bir kişi bile yok. Kaldı ki ağzımdan ses bile çıkmaz benim. Nasıl anlatayım içimdeki şeklini de doldurmasını da bilmediğim o boşluğu. Nasıl anlatayım günden güne içimi kemirdiğini? Söyleyecek çok şey olup hiçbir şey söyleyememek ne kötü şeymiş öyle.

Tekrar yerdeki atıklara bakıyorum. Şurada bir bisiklet var. Küçük paslanmış, yer yer kendini gösteren renginden pembe olduğu anlaşılan, tekerlekleri sönmüş, eğreti duran şu bisiklet. Bir kız çocuğunun olmalı bu bisiklet. Belki de babasıyla rengarenk kağıtlarla, kurdelelerle, özene bezene süslemişti bu bisikleti. Hatta belki kızının mutluluğunu gören babası bir de korna almış, elleriyle yerleştirmişti. Şu taşın üstünde de eskimiş, bembeyaz kumaşı griye dönüşmüş bir tişört duruyor. Ön yüzündeki fotoğrafta kısalı uzunlu saçları omuzlarına düşmüş birkaç kız yanak yanağa poz vermiş, kameranın lensine gülümsüyor. Altındaki “İyi ki doğdun minik” yazısı belli belirsiz okunuyor. Hepsi bu tişörtün verildiği gün de fotoğrafın çekildiği gün de çok mutlu olmalı. Pasta kesip birbirlerine güzel hediyeler vermiş, dans edip geçmişten bahsetmiş olmalılar hevesle… Ancak hiçbir güç bu tişört gibi bembeyaz olan umutlarını griye çevirmekten alıkoyamamış hayatı. Hep aynı sonla mı bitmiş mutluluklar, umutlar? Yoksa tüm bu güzel şeylerden bana geriye kalan hep hüzün, acı ve çığlıklar mı?

Tutunacak bir anı arıyorum çevremde. Gözlerim hızlı hızlı yerdeki döküntüleri tarıyor. Bir kese içindeki boncuklar, bir ayıcık, bir ayna. Ama bunlardan hiçbirisi tutunmama yardımcı olacak kadar güçlü değil. Az sonra ilerideki ahşap kapıyı fark ediyorum. Kapı ardına kadar açık, içerden rengarenk ışıklar yansıyor yüzüme. Yaklaşıyorum. Beni burada bu yalnızlığa, bu acıya ardına bile bakmadan terk eden insanlar bu ahşap kapıdan geçmiş olmalılar. Ben de geçmeliyim. Ardıma bakmadan ben de bırakmalıyım bu iğrenç, kokuşmuş, ıssız dünyayı. Kapıdan geçmek için ayağa kalkmaya çalışıyorum. Önce bir adım, sonra bir adım daha. Göğsümün üstüne çöküp kalbimi sökmeye çalışan acıya aldırmadan ayağa kalkıyorum işte. Yavaş yavaş hızlanmaya başlıyorum, koşuyorum. Bir an, kısacık bir an için o kapıdan geçebileceğimi umut ediyorum. Ancak bedenimdeki, göğsümün tam ortasındaki o kocaman şekilsiz, biçimsiz boşluğu unutuyorum. Devasa boşluk kapıdan geçmemi engelliyor. Yere yığılıyor, kafamı acıyla gökyüzüne çeviriyorum. Nefes almakta güçlük çekerken anlıyorum her şeyi. Doğduğuna ya da battığına emin olmadığım o gün üstüme batmaya başlıyor. Sanki gün batışını engelleyebilecekmişim gibi gözlerimi açık tutmaya çalışıyorum. Hayatım gözlerimin önünden, ruhum ellerimin arasından akıp gitmeye başlıyor.

Gün kararıyor.