Kafamda sürekli düşler kuruyorum. Örneğin tüm dünyadaki okyanusların sahibi benmişim, tüm suların sahibi olduğumu hayal ediyorum. Sonra bütün suları şişelere dolduruyorum. Düş kurarken bile düşüme ket vuruyordum. Bütün suların bana ait olma olasılığı hiç mantıklı gelmiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse kendimi layık görmüyorum. İnsan düşünde bile kendini ezer mi? Askerdeyken Başçavuş Ömer vardı. Bana “İnsan en çok düşünde özgür değildir.” derdi. Ben de hep sorardım. “Başçavuşum, olur mu öyle şey? Düşünde uçarsın, kaçarsın, ne bileyim, her şeyi yapabilirsin. Üstelik yaptıklarından da sorumlu değilsin.” derdim. “Haa işte o yüzden insan en çok düşünde özgür değildir ya. Yaptıklarımızdan sorumlu olmayacağımız bir hayatta özgürlükten bahsedemeyiz, düşündeki kişi sen değilsin. Sen, sana oyun oynuyorsun sadece. O yüzden özgür bir insan olmak için, yaptıklarımızın bedelini ödememiz gerek.” demişti. Sahiden insan yaptıklarının bedelini ödemedikçe özgür olamaz mıydı? Bir de bedel neydi? Kafamda bütün bu sorulara anlamsız verdiğim cevaplar ile hem biraz yeşil hem de biraz deniz görmek için sahile inmiştim. Sahile gelen bütün insanlar portatif sandalye getirmişti. Bende sadece gazete vardı. Portatif sandalye hayatımıza yaklaşık beş sene önce girmişti. Herkeste vardı. İnsanların yeni çıkan ürünleri bu kadar çabuk benimsemesi makul bir zeminde düşünürsek çok enteresandı. Yeninin tanımı kaybolmuştu. Yeni olan ne varsa tüm insanlarda vardı. Gazetenin üstüne oturdum. Yaprak hışırtıları ile kayalıklara çarpan sular bir nebze olsun aklımı boşaltmama yardımcı oluyordu ama yetmiyordu. Aklım çok doluydu. Nedeni olmayan bir anksiyete halim vardı. Zaten nedeni olsa ve ben de bu nedeni bilsem ben de portatif sandalye alırdım. Çünkü sorunumu çözmüş ve yeniliğe açık bir insan olurdum. Ama yirmi iki yıldır yeni olan ne varsa kendime hor görüyordum. Kendimi sevmiyordum. Varlığım beni rahatsız ediyordu. Çoğu zaman varlığımın beni rahatsız ettiğini kabul etmiyordum, bu gibi zamanlarda ya boş boş televizyon izlerdim ya da uyurdum. Bu yaptığım iki eylem beni dış dünyadan soyutluyordu. Kafamda bir gölge belirdi, elimi alnıma koyarak bu gölgenin nereden geldiğine baktım. Ayakkabı boyacısı bir kızdı. “Ayakkabılarınızı boyayabilir miyim?” dedi. Benim ayakkabılarım dünyadaki en temiz ayakkabıları arasında ilk bine girer iddiasına girmiştim. Kendi kendime. “Ayakkabılarım çok temiz. Gerek yok, kolay gelsin.” dedim. “Daha da temiz olmasını istemez misiniz?” dedi kız. “İstemem, hem ayakkabı varlığı gereği kirlenir, zaten ayaklarımızı korumak için giymiyor muyuz? Bırakın kirlensin. İnsanın uzvunu korumak için yapılan bir eşya bu.” dedim. “Ben de farklı bir şey demedim ki. Ayakkabının ne olduğunu biliyorum. Ayak-kabı adı üstünde, ben de eşya olarak değil bir kap olarak bakıyorum ayakkabılara.” dedi. Yazılan, çizilen tüm ayakkabı boyacıları tasvirlerinden çok daha değişik bir kızdı. Merakımı celbetti. “Bu kadar insan var, lütfen gidin onlara sorun. Ben istemiyorum.” dedim. İçten içe de çok merak ediyordum. “Tamam o zaman, size iyi günler." diyerek boya sandığını omzuna aldı. “Bir dakika bir dakika.” dedim. “Buyurun, temizleyin ayakkabılarımı.” dedim. Sandığını omzundan indirerek yere koydu. Ayakkabılarımı aldı. Temizlemeye, boyamaya başladı. “Bu devirde bu kadar temiz ayakkabıya hiç rastlamadım.” dedi. “Pek fazla yürümem, haliyle temizdir. Yani temiz tutmak için ekstra bir çabam yok.” dedim. “Evet, yürümediğiniz her halinizden belli.” dedi. Bir insanın ne kadar yürüyüp ne kadar yürümediğini ayakkabılarından anlayabilirsiniz. Boyacı kız haklıydı. O kadar çok haklıydı ki haklı olmanın verdiği durum yüzündeki kemiklerine kadar işlenmişti. Anlamamış gibi sordum yine de…” Her halimden nasıl belli olabilir, olasılık üzerinden konuşuyorsunuz sadece.” dedim. “Öyle değil, sizin aceleniz yok. Bir yere yetişen insan değilsiniz, size ayakkabılarınızı temizlemek istediğimi söyledim, siz de olmaz demediniz, benim ayakkabılarım temiz dediniz.” dedi. İçimde fırtınalar kopuyordu. Boyacı kız sanki ayakkabılarımı boyamıyor, dünyamı boyuyordu. Hem de her renge. Neyden etkilendiğimi, nasıl etkilendiğimi anlamadım. Bir şekilde etkilendim boyacı kızdan. “Su ister misiniz?” dedim. Beni onaylarcasına kafasını bir aşağı bir yukarı hareket ettirdi. Mataramdaki sudan ikram ettim. Çok susamıştı, kana kana içti. “Teşekkür ederim.” dedi. “Bir bardak daha ister misiniz?” dedim. “Yetti, çok teşekkürler.” dedi. Ona bütün hayatımı anlatmak istedim. Anlatılacak bir şey de yoktu. Sanırım boyacı kıza aşık olmuştum. Sürekli saçına bakıyordum saçı maviydi, saçının omzuna gelen kısmında şal vardı. Şal da siyah renkti. Çok güzeldi. “Benim işim bitti, ayakkabılarınızı giyebilirsiniz.” dedi. Keşke tüm ayakkabılarım yanımda olsaydı da hepsini boyasaydı. Ben de saçına baksaydım. Gitti. Peşinden gitmek istedim. Ayağa kalktım. Seslendim. “Adınızı öğrenebilir miyim?” dedim. “Adımın bir önemi yok, ben size aşık olmadım.” dedi. Nerden anladı? Neyi belli ettim. Koşmak istedim. Birden yere düştüm. Ayakkabım siyah renk olmuş ve de zincirle birbirine bağlanmıştı. Boyacı kız geri geldi. “Sizin sadece ayakkabınızı boyadım, hayatınızı değil. İsmimim bu yüzden önemi yok. Eğer hayatınızı boyamış olsaydım, Ömer Çavuş’un kızı Ela olurdum.” dedi. Hareket edemiyordum. Öylece kalmıştım. Boyacı kız boya sandığını sırtına alıp Musa’nın denizi yardığı gibi denizden yürüyerek uzaklaşmıştı.
Sahi, bu da bir düştü. Düşümde sevdiğim kız bana kelepçe vurmuştu.