Göz kapaklarımın tembelleştiği saatler,
Mahzunlar da,
Ayrıca belki nemli.
Gri bir mavilik var bu saatlerde,
Birkaç yaprak kıpırtısı eşlik ediyor,
Dallarına konan kuşlardan sebeple.
Vazodaki çiçekler kurumuş,
Şans getirirlerdi oysaki,
Aynı vazo, aynı çiçekler,
Aynı yerdeler.
Eylül de bitti, Ekim de,
Kasım da bitecek,
Ömrümün sevdiğim ayları,
Artık nefret edilesi güzellikleriyle.
Bir zaman çizelgesinin üzerinde yaşıyoruz. Andan sonrasını kurgulayabileceğimiz onlarca aracımız varken, geçmişe el uzatamıyoruz. Geçmişi çarpıtmak istediğimiz zaman anıların ölümüne yol açıyoruz. Anıları öldürmeyi, bir dava dosyasındaki tanıkları ortadan kaldırmaya benzetiyorum. Anılarınız öldüğünde, hayatınız üzerindeki şahitliğiniz de biter. Tıpkı kimliğinizin çalınması gibi. O yılların yaşanmadığını, o ağacın altında oturmadığınızı, sırtınızı dönüp uyumanın verdiği güveni hiç hissetmediğinizi anlarsınız. Sanki daha niceleri yokmuş gibi… Parmak iziyle erişilebilen şifreli dosyalar gibidirler. Öldürenin ilgili parmağınızı koparması başta çok acıtsa bile, bir daha ilgili görüntülere ulaşamayacak olmanın yanında nedir ki? Grilikler, mozaikler, boşluklar…
Yıllarının çalındığını söyleyen pişmanzedeler, çoğu zaman anılarınızı öldürüp gidenler olacaktır. Ayrılık vardır, olasıdır, bu kadarı kafidir ve ölüm de bir gerçektir. Ve anıları öldürmenin, vahşi bir
cinayetten hiçbir farkı yoktur.
Bir mektup taşıyorum çantamda,
Tahmin edilebilir bir hitapla başlayan,
Kör bir bulamayışla tamamlanan,
Yarım kalan.
Özür de dilerim ayrıca,
Kahve lekesine bulanmış biraz,
Kim bilir kimin dudakları,
Kimin yudumları…
Son kez satır aralarında değilim bu mektupta,
Çelişkilere gebe satırlar,
İyi olanlar,
Ve kötünün habercileri.
Son temiz duygular,
Son içsel kavgalar,
Ölmesini hiç istemediğim,
Son süs bitkisi.
Hitabın ilk dakikaları,
Ve yarım kalacak o son cümle,
Vedası bile bulanık olan.
Arayışlar arasında boğulur insan. Kendini tanıdığının yanılsamasıyla fevri halinden korkmaz. Korkmadan hareket edebilmesi, fevriliğine bağlıdır. Sanrılar da eşlik eder bununla birlikte. Karanlık ve daha çok karanlık. Sürüklenir sandıklarıyla. Hayır, gül kokulu çeyiz sandığı değil. Çiçekli bahçelere özlemi de birkaç baharlık komşusunun bahçesindekilerdir. Taşır yine de umudunu kalbinde ve buna kalp denirse. Olamayışın kucağında bulmak istemez kendini. Kıvrandıkça daha derine, daha öteye. Anlamlar arasında kaybolurken, boğulduğunu unutur. Bataklığın yanı başında uzanan, titrek ve bilekten kırılmış ellerin varlığını, büyük bir kibirle reddeder. Bir ah çeker kırılası eller! Eller susar mı hiç? Susmak, büyük bir enerjinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanır. Bataklık kaynamaya başlar. Fokurtuların büyüsüne kapılır çırpınan. Üzerine bataklığa da böbürlenir umarsızca. Halbuki düşünceler arasında kaybolurken, enerjinin kaynağını bulması gerektiğini aklına getirmez. Bazen insanın kırıldığı yerden açığa çıkan enerji, yıllarca yayılmaya devam eder. Tıpkı kanser gibi. Tespit edebilmek için ilk önce çırpınmaya son vermek gerekir. Bataklıktan kurtulmak her zaman mümkün olmadığı gibi, kanseri tedavi etmekte mümkün olmayabilir. Temizlemek gerekir sıçradığı bölgeleri. Altında yatan nedenleri görmek, kaynağı araştırmak gerekir. Yayılan bu enerjinin anlamını kavrayabilmek, derin bir yolculuk gerektirir. Aksi takdirde yakınmalar devam eder; izbe düşünceler eşliğinde. Ve bir kısır döngüye gömülür; mor benekleri olan turuncu bir bataklık sümbülü.