"Zıddı ile var ya da yok olmanın ama nihayetinde 'OLMANIN' yol haritası"


Yaklaşık üç yıldır büyük merakla beklediğim, sevgili Bülent Yıldız'ın üçüncü kitabı Hilkat ile Garibe'ye tek bir cümle atfedecek olsam ilk seçeceğim cümle bu olurdu. Kitabı elinize aldığınızda ilk zıddı ile olma halini kapağında görebiliyorsunuz. Siyah ve kırmızı renkler ile tanımlanmış bir adam ve kadının silüeti mevcut kapakta. Siyah gizemin, hiçliğin, yokluğun rengi; kırmızı ise tutkunun, öfkenin, kanın, yani aslında var olma halinin. Sonra ilk sayfayı açıyorsunuz ve bir başka zıtlık ile karşılaşıyor, bitiş ile başlayan bir giriş görüyorsunuz. Hikâyenin devamı biri olmadan diğeri de olamayan doğum ve ölüm, kol kola girmiş hayal ve gerçek, eski ile yeni, mitolojik düzlemde doğu ile batı, Hüdhüd ile Dionysos (kalbimi en çok bu birleşmede bıraktım) gibi madalyonun iki yüzü imgelerin rehberliğinde ilerliyor.


Bu arada hikâye güzel İzmir'in sokaklarında geçiyor. Bir İzmir aşığı olarak özellikle evlere kapandığımız bu pandemi sürecinde Karataş'ı, Agora'yı, Kemeraltı'nı, Kordon'u ve nicesini sokak sokak gezdirmesi kendi adıma ayrı bir keyif, ayrı bir lütuf oldu. Okurken Hilkat'in çalıştığı o kitabevinin önündeki piknik masasında yeniden soluklandım bile. Bununla birlikte hikâyedeki bütün batıniliğin, bütün bulanık atmosferin içinde, gerçeğe dokunan mekanların olması, bunun aslında gerçek bir hikâye olduğunun tezahürü.


Teknik olarak baktığımızda, hem eski hem yeni edebiyatın bir arada izlendiği, hem divan edebiyatına göndermeleri olan hem de postmodern kurgulanmış bir roman. Klasik tek anlatıcılı, belirli zaman düzlemi olan hikâyelerin aksine, tanrısal anlatıcının, kahraman anlatıcıya karıştığı, yer yer çoklu anlatıcının olduğu, tek bir zaman düzleminde ilerlemeyen postmodern bir kurgu deneyimi. Aynı zamanda bölümlerin sadece anlatıcısı, zamanı, kurgusu ve ana fikri değil kendine ait melodisi yani sesi de var. (İsmi geçen eserlerden güzel bir playlist oluşturup kitabın okuruna bir başka hediyesi olarak cebime koydum.)


Ne yapmak istediğinden emin olmayan bir elden çıksaydı belki "heybesinde ne varsa doldurmuş" dedirtebilecek bu karışık teknik bu kitapta öyle hissettirmedi çünkü çekirdekten uzaklaşmak tehlikesi yerine ona hizmet eden bir algı yaratmış. Hatta "bir" olmak üstüne ilerleyen bu kurguya başka hiçbir teknik bu kadar yakışmazdı diye düşünüyorum. 

Tekniğin kafaları karıştırmamasında belki de en büyük katkı Hüsrev Tiryaki karakterine ait. Shakespeare'in oyun içinde oyun düzeni gibi Bülent Yıldız'ın da katman katman ilerleyen kitap içinde kitap, hikâye içinde hikâye düzeni ipuçlarını izlememde en büyük destekçim oldu. Hüsrev Tiryaki Hocaefendi'nin sırra kadem basmış eserlerine (!) biraz daha nail olmak keyfi de cabası.


Anlatılana döndüğümüzde, kendi kendini tekrar doğuran, kendi kendini kuyruğundan yakalayıp öldüren ve olduran yılan gibi kendi başlangıcını çocuğuna da bir lanet misali aktaran Hilkat'i görüyoruz. Yazarın diğer kitaplarından da aşina olduğumuz bir arayış içinde karşılıyor bizi Hilkat. Kahramanın kahırlı ve amansız biçimde peşine düştüğü, bir şehrin sokaklarında durmadan aradığı, bazen görür gibi olduğu, bazen varlığından şüpheye düştüğü, hiçbir zaman geldiğini göremediğimiz ama hep giden (belki de hep gitmek zorunda bırakıldığı için gitmekten başkasını bilmeyen), öldü mü oldu mu, var mı yok mu, emin olamadığımız aşkını arayışı bu. Aşık olduğu, Garibe, yani "kızıl saçlı" ideal. Ve aynı zamanda Garibe, belki yol gösterici (Hüdhüd), belki de hepimizin sürekli aradığımız halde kaybetmeye devam ettiğimiz her şey... Garibe, otoritenin, kendisini yok edecek geleceği doğuracağını bildiği için kurtulmaya çalıştığı öz kızı. "Biz senin gelişini hiç göremeyecek miyiz şu hayatta?"


Alt metinde ise zaman içinde doğal bir şekilde evrilmek yerine kendi geçmişinden ansızın koparılmış ve bu yüzden eğreti kalmış bir modernleşmeye, baskılara, baskıların getirdiği göçlere, gruplaştırılmalara ve grup çatıştırılmalarına, 1980'e, hatta geziye ve mülteci sorununa kadar yakın tarihimizin pek çok noktasına gönderme yapan imgeleriyle ama hep "bir" olabilme özlemiyle devam eden ve bu topraklara duyulan bir aşk hikâyesi anlatılıyor. Durmaksızın cevaplar vermek yerine barındırdığı zıtlıkların gölgesinde sordurduğu sorulara bakınca, insanın okudukça yazasını getiren, acabalarla dolu, sordukça düşündüren, düşündükçe hatırlatan bir kitap. Zira "İnsan öğrenen bir varlık değildir ki unutan bir varlıktır." Öyleyse hatırlayabilir de. 


Kitaba bütün olarak baktığımızda, karşımıza halkın bildiği Simurg efsanesi ve entelijansiyanın bildiği Dionysos mitinin aynı vurguyu yapmasına (yani hepimizin işin nasılını biliyor olmamıza) rağmen "bir" olamamış, tamamlanamamış insanların, hilkat garibesi bir toplumsal tarihin, bir varolamayışın parodisi çıkıyor diyebilirim. Ve sanırım kitabın son zıtlık göndermesi de burada vuku buluyor. "Olmanın" niyetiyle başlayan her şey "Olamayışın" hikâyesine evrilmiş şekilde son buluyor. Lakin yine de önce tamamlanma halinin hayalini kurdurmadan yol haritasını çizmeden bitmiyor kitap.


Nihayet eserin gerçek bir alegori cenneti olduğunu söyleyebilirim. Üzerine saatlerce tartışılabilecek o kadar çok imge var ki hepsinden tek seferde bahsetmek imkansız. Ama bir dedektif gibi ya da bulmaca çözer gibi küçük ipuçlarının, bilmecelerin peşine düşmek ve yakaladıkları ile keyiflenmek kitabın okuruna hediyesi ve uzun uzun tadına varılabilir.


Hasılı mevzu asla sadece güzel cümleler, hezeyanlar yahut enteresan bir hikâye okumak değil, çok daha fazlası oldu benim için. Çekirdeğinden sapmayan ama sürekli sorular sorduran, nakış gibi işlenmiş bir eser buldum. Bunca ince dokumaya, barındırdığı zıtlıkların yaratacağı sorulara, kazıdıkça ortaya çıkması için yerleştirilmiş küçük sürprizlerine bakınca her şeyden önce okuruna, okurunun aklına duyduğu saygı için teşekkür etmek istiyorum Bülent Yıldız'a.



Elbette bu konuda resmiyeti olan bir otorite değilim. Ama her okur bir eleştirmendir ve asıl eleştirmen okur olmalıdır düşüncemden yola çıktım ve bu değerlendirmeyi yapmak istedim. (Beni buna en çok da kitabın kendisi itti.)

Türk yazın dünyası söz konusu olduğunda, haddim olsun olmasın, engelleyemediğim bir dürtü ile alaycı, acımasız ve hatta kindar denebilecek ölçüde eleştirel ve tahammülsüz yaklaşabilen ben, bu kitaba büyük saygı duyduğumu ve kıskandığımı bütün samimiyetimle itiraf etmek isterim. 

Zira son sayfaya geldiğimde beni bu hikâyeden paslı bir makas ile ayırdılar.