Bilmem hatırlar mısın, Büyükada’ya gitmiştik seninle… Beşiktaş’tan bir dolu heyecan, Anadolu’ya binlerce selam! Vapurda insanlar… Kimi şarkı söylüyordu, kimi simitle haşır neşirdi, kimi de rüzgârdan kaçıyordu. Ben sana bakıyordum, hiç kaçmadan. Kaçmak anlamsızdır sevdiğinden ve onu sevdiğini söylemekten kaçmak da en adisidir kaçmaların. Ben sana söyleyemiyordum işte ne kadar sevdiğimi; bakıyordum öyle, belki anlamanı bekleyerek. Ardına da manasız bir soru: Simit yer misin?


Haydi Abbas, vakit tamam, daha ne kadar sürecek bu yolculuk?


Adaya sağ ayakla çıkmıştım çünkü ben öğrenmiştim bir zamanlar, eğer hayırlı olmasını istiyorsan sağ ayakla adım atmak önemliydi ve ben bunu bilecek kadar muhafazakâr bir çevreden geliyordum. Faytonlar vardı, eski Rum evleri, kiliseler ve bisikletler… Faytonlar elektriklenmiş, dünyadaki diğer her şey gibi… Dur, seninle ben hariç tabii. Rum evlerinde yaşlı Eleniler yoktu artık, oralar da ‘’Türkleşmiş’’, bütün Türkiye gibi. Peki ama bahçeleri ıhlamurlarla bezenmiş kiliselerdeki kimdi?


Büyükada’da şarap içmeli! Sanki Büyükada’da üzüm bağı varmış gibi! Ancak bazı rüyalar gerçek olmalıydı ve bunun için şarabın nerede imal edildiği zerre önemli değildi. Denize nazır bir tepede sevgiliyle şarap içmek Hayyam’ın ve benim ortak rüyamız. Bu rüyanın gerektirdiklerinden ben vardım, şarap vardı ancak sen sevgilim değildin, olmalıydın.

İşte yeryüzünde cenneti gördüm, işte yeşilin binbir tonunu, işte turkuazından laciverdine mavinin bütün hallerini; işte senin keman kaşını, kara gözünü, zehir dudaklarını; ne güzeldin!


-Bu sevgili tanımı çok divan edebiyatı ve ben divan edebiyatını hiç bilmem.-


-Gerçi Büyükada’ya da hiç gitmedim, seni de hiç tanımadım. Maviyi de yeşili de Büyükada’dan hiç ama hiç koklamadım!-